YUNUS EMRE’DE “YENİ BAHAR” / Mustafa ÖZÇELİK
NUTK-I ŞERİF
Bu dem yüzüm süreduram her dem ayım yeni doğar
Her dem bayramdurur bana yazım kışım yeni bahar
Benim ayım ışığına bulutlar gölge kılmaya
Hoş gedilmez doluluğu nuru yerden göğe ağar
Onun nuru karanlığı sürer gönül hücresinden
Pes karanlık nur ile bir hücreye nice sığar
Ben Ay’ımı yerde gördüm ne isterim gökyüzünde
Benim yüzüm yerde gerek bana rahmet yerden yağar
Sözüm Ay gün için değil sevenlere bir söz yeter
Sevdiğim söylemez isem sevmek derdi beni boğar
N’ola Yunus sevdi ise, çoktur seni seviciler
Sevenleri göyer dedi onun için boyun eğer
(YUNUS EMRE)
“Yaratılışa dönmüşümdür baharla
İlk yaratılışa
SEZAİ KARAKOÇ
Modern algı, metafizikle fizikî olanı birbirinden ayırır. Böylece doğumla başlayıp ölümle biten bir zamana ait kılar varoluşu. Niyet belli ki Yaratıcı inanışının yok sayılmak istenmesidir. Yunus Emre ise vahdet-i vücûd (varlığın birliği) anlayışına bağlı bir sûfi-şair olarak ikiliği “birlemek” ister. Bu yüzden bütün şiirleri vahdetin (birliğin) terennümüdür. Böylece Yaradan ile yaratılan(lar)ı, dünya ile ahreti, aşk ile ölümü kısacası hiçbir şeyi birbirinden ayrı, kopuk, bağımsız düşünmez.
Böyle bir birlik anlayışını kavramak ise, “Peki onlar, Allah’ın yaratmayı nasıl başlattığını, sonra onu art arda sürdürdüğünü görmezler mi? Kuşkusuz bu, Allah için kolaydır.” (Ankebut/19) âyetinde dile getirilen “oluşun devamlılığı”nı bilip görmekle ve buna inanmakla mümkün olabilir ancak. Yine bunu anlamak için “geçmiş”, “şimdi”, “gelecek” şeklinde birbirinden ayrı, kopuk tasavvur edilen zaman anlayışının izafiliğini de görmek gerekir. Çünkü tasavvufta ayrı ayrı zaman(lar) değil “an” vardır, “dem, bu demdir” ve “an” içindeki “oluş” bizi “zaman içinde zaman” fikrine götürür.
Yunus Emre’nin “Bu dem yüzüm süreduram her dem ayım yeni doğar / Her dem bayramdurur bana, yazım kışım yeni bahar” beytiyle başlayan şiiri de bize böyle bir idrak alanı açar. Bu alanda her an için söz konusu olan “oluş”u anlamak için zamanın da yaratıcısı olanla bir iletişim içinde bulunmayı gerektirir. Bu da Hakk’a yüz sürmek, gözü O’na çevirmek, gönülde O’nu hissetmek, dil ile O’nu söylemekle olur. İşte bu buluşma, idrakin karanlık dünyasını aydınlatır ve bize aydınlığı gösterecek olan “ay” her dem, her an yeni (den) doğan bir ay olur ki bu, tam manasıyla bir bilinç aydınlanmasıdır.
Ay’ı görüp aydınlığa ermek ise kişiye bayram sevinci yaşatır. Çünkü Hakk’la vuslat, bayramın ta kendisidir. Böylece Hacı Bayram gibi bir gönül erinin neden “Bayramım imdi Bayramım imdi / Bayram edersin yâr ile şimdi / Hamd-ü senalar hamd-ü senalar / Yâr ile bayram kıldı bu gönlüm!” dediğini anlamak kolaylaşır. Yaz da kış da Yunus’un o nefis adlandırmasıyla “yenibahar”a dönüşür. Böyle bir bahar algılamasında ise o ay bütün karanlıkları aydınlatacağı için o ışığı bulutlar gölge kılıp kapatamaz. Çünkü o ayın nuru “Allah’ın nuru semayı ve arzı kaplar” (Nur/35) âyeti hükmünce yerden göğe ağmıştır.
Bu neden böyledir? Çünkü insan, gönüldür. Gönül ise Beytullah’tır. Hakk’ın tecelligâhıdır. Yunus diliyle “Çalab’ın tahtı”dır. Böylesi kutlu bir yerde “karanlık ile nur” birlikte olmaz/olamaz. Burada karanlık barınamaz, o ışık, karanlığı oradan kovar. Çünkü Hak gelince batıl yok olur. De ki: "Hak geldi bâtıl yıkılıp gitti! Zaten bâtıl yıkılmaya mahkûmdur." (İsrâ/81) Meseleyi böyle anladığımızda ise görürüz ki himmet (yardım) gökten gelir ama bu geliş yeredir, yer içindir. Çünkü “ürün” yerde biter. “İnsan” yerde yaşar. Öyleyse ay’ımız yere inmiş ve gönlü mekân kılmış demektir. Yeryüzü toprak olduğu gibi aslımız da topraktır. Lakin topraktan olan varlığı o halde bırakmayıp onu çamurdan insan katına yükseltmek, tekâmül etmesi için topraktan olan bedenin içindeki gönüle bakmak gerekir. Bu da yüzü yerde olmakla, tevazu ile teslimiyetle olabilir ancak.
İşte Yaradan’la yaratılanın bu şekildeki buluşması insanı öyle bir aşk iklimine sokar ki o aşkın bütün halleri içimizde deveran ettikten sonra bu coşku dile de gelmek ister. Her şeyin fani, sadece Allah’ın baki olduğunu idrak ediş vakti geldiğinde ise ay da güneş de vazifelerini tamamlamış olarak kenara çekilirler. Söz, onlar için olmaz artık. Gönül, başka bir iklime kanatlanır, dil de gönülde O’nun aşkını söylemek ister. Şayet söyleyemez ise “bu sevmek derdi” onu boğar. Bu yüzden boğulmamak için söylemek gerekir. Üstelik bu Hak Resulün sözüdür: “Sevdiklerinize sevdiğinizi söyleyiniz. Bunu söylemekten çekinmeyiniz.”
Bundan sonrası ise tam bir cümbüş, şevk, neşe içinde coşkunlukla harekettir. Çünkü aşkın yurdu olan gönül, aşkın eseri olan cümle varlıkla - Yunus’un dilince söylemek gerekirse -“dağlar ile taşlar ile, seherlerde kuşlar ile”, “Ya Hak” zikrine başlar. Bu, cümle mahlûkatın Allah'ın ruhlara ''Elestü bi Rabbiküm?'' yani ''Ben sizin Rabbiniz değil miyim?'' diye sorduğu yerde verdiğimiz “bela'' yani ''evet'' ikrarının dünya âleminde söylenmiş şeklidir. Sözün özü “Sen bizim Rabbimizsin ve biz seni seviyoruz Rabbim, sen olmasaydın biz olmazdık.” ikrarıdır.
İşte bu ikrar edicilerden, hatta en başta gelenlerinden biri de Yunus Emre’dir. O da bu sevginin hararetiyle yanıp tutuşur. Sonunda “Ben benliğimden geçtim, gözüm hicabın açtım” diyerek gümânı (şüpheyi) yağmaya verip Dost vaslına erişmiştir. Böylece aşktan çiçeklenip meyve veren haliyle, diliyle O’na boyun eğer. Hiç bitmemecesine “Hu…” demeye başlar. Gönlünde de dilinde de başka bir kelime kalmaz.
Bu şiir, işte bu sebeple “an”ın idraki içinde aşka, hakikate ulaşmanın hikâyesidir. Fakat bunun “Ayın yeni doğması”, “bayram”, “yazın kışın yeni bahar” olması gibi söyleyişler üzerinden yapılması asıl vurguyu bahar üzerinde toplamaktadır. Çünkü nasıl son bahar ölüme dair bir ihsası bize verirse ilk bahar, Yunus’un diliyle “yeni bahar” da bize yaratılışın/dirilişin ihsasını verir. Yine bu şiir bütün beyitleriyle Yaradan-yaradılan birliği/bütünlüğü, her şeyin “Bir” etrafında var olup devam ettiği, böylece insanın gelecekle geçmiş arasında ve hâl arasında önemli bir fark olmadığını anlatarak her dem yaratıcı ile bir olmanın bayram sevinci yaşattığını dile getirir. Böyle olması da doğaldır. Çünkü gönülde hissedilen nurla aydınlanma olacağı için zaman eşyaya intikal eder. Başka bir deyişle zaman ve eşya o nurla birleşir ve o nurun sırrıyla eşyanın iç hakikati ortaya çıkar ve bilgi oluşur. Bu yüzden kişi “varım” diyorsa bu varlığın Hak’tan olduğunu görüp anlamak durumundadır. İşte böyle bir idrak sürecinde bütün ay, gün, yıldız, toprak, bütün mevsimler kısacası yaradılan her şey ama özellikle bahar, bu varoluş bilgisini anlamada ve an içinde dembedem vuslatı yaşamada çok önemli bir imkâna dönüşür.
Mustafa ÖZÇELİK