YUNUS EMRE’NİN DERVİŞLİĞİ / Furkan DİLEKÇİ
Dervişlik der ki bana;
Sen derviş olamazsın.
Gel ne diyeyim sana,
Sen derviş olamazsın.
Farsça bir kelime olmakla birlikte bütün Müslüman topluluklarının diline girmiş olan derviş, esas anlamıyla “muhtaç, yoksul ve dilenci” anlamlarına gelse de geniş bir coğrafyaya yayıldığı için anlam ve mana bakımından mutasyon geçirmiştir. Derviş kelimesi, erken bir dönemden itibaren zâhidi, sûfîyi ve mutasavvıfı ifade etmek üzere Arapça’daki fakîr ve fakr kelimelerinin yerine kullanılmıştır. Zamanla bu kelimeler ağızdan ağıza yaygınlaştıkça daha farklı ve daha geniş bir muhteva kazanmıştır. Başlangıçta fakir gibi derviş kelimesi de hem yoksul kişi hem de zengin bile olsa her yönden Allah’a muhtaç olduğunun şuuruna vakıf sufî anlamında kullanılmaktaydı. Bu dönemde dervişlik birinci anlamıyla fani olmayı ifade ediyordu. Dervişler dindarlığın manevi esaslarına hassasiyetle bağlı kalmakla beraber adâb, erkân, hırka gibi dış görünüşe ve semâa da önem verirlerdi. Dervişlik bir riyazet ve mücahede faaliyetleri ile başlar. Sıkı bir perhize girerler ve bu dönemde yeme, içme, konuşma ve uyuma en aza indirilir; ibadet, zikir ve tefekkür artırılır; ölçülü ve disiplinli yaşamaya, böylece ruhani bir münzeviliğe ve manevi bir olgunluğa ulaşmaya gayret edilir.
Derviş Yunus...
Yunus Emre, tasavvuf edebiyatının en önemli isimlerindendir. Selçukluların tarih sahnesinden çekilmeye ramak kaldığı zamanlarda, Anadolu’da ahkâm kesen kaos ve huzursuzluk atmosferinde yaşayan Yunus Emre, kısa sürede halkın çok sevdiği bir şahsiyete dönüşmüştür. Tekke ve zaviyelerin Anadolu’da yaygınlaşmaya başladığı bu dönemde Yunus Emre, daha önceleri ulema çevrelerinde karşılık bulan tasavvufi meseleleri anlaşılması kolay bir lisanla şiirlerine alıp halkın sofrasına taşımıştır. Daha sonraki yüzyıllarda, Anadolu’da yoğunlaşacak olan İslam şuuruna öncülük etmiştir. İşte böyle bir dönemde ruhani bir münzeviliğe ve manevi bir olgunluğa bürünen Yunus Emre’nin tek gayesi fenafillah mertebesidir. Çünkü Yunus, ilahi aşkın şairidir. Gönülden kavrulan şiirlerinde Allah (c.c) aşkı merkezi bir konumda yer edinmiştir. Bu Allah aşkı, insani bir duygu olduğu kadar insan-ı kâmil sıfatıdır. Yunus Emre bir derviş gibi dünya imtihanından ziyade ahiret imtihanına gayret etmiştir. Her derviş gibi o da kapı kapı gezip ilahi aşkın süveydâsını anlatmıştır. Bazı beyitlerinden anlaşıldığı üzere Yunus’un pek çok yeri gezip görmüşlüğü vardır. Hatta “yukarı iller” dediği Azerbaycan'a kadar seyahat etmiştir. Vardığı illerde “sefa gönüllere” Tapduk Emre sırrını ifşa eden Yunus Emre şöyle der:
Gezdüm Urum ile Şam’ı yukarı illeri kamu
Çok istedim bulamadım şöyle garîb bencileyin
Kayseri Tebriz ü Sivas Nahcivan u Maraş Şiraz
Gönül sana Bağdad yakın âlemlere divandasın
Indik Rum’u kışladık çok hayr u şer işledik
Uş bahar geldi geri göçdük elhamdülillah
Yunus'un buna benzer beyitlerinden “seyahat eden bir derviş” olduğu neticesi çıkarılmaktadır. Yunus Emre “mekândan lâ-mekâna” geçişi dile getirirken aslında yakın olan tek yerin ilahi aşkın tecelli ettiği yer olduğunu vurguluyor. Ona göre tüm yerler birbirine uzaktır, yakın olan tek yer arş-ı azam’dır.
Yunus Emre, Mevlâna, Tasavvuf...
Yunus Emre’nin Bektaşi, Mevlevi, Halveti, Nakşi ve Kadiri tarikatlarından birine mensup olduğu veya olabileceği söylentileri vardır. Bütün bu tarikatlar içinde Yunus Emre’nin yaşadığı çağda henüz teşekkül etmeye başlayan fakat tam manasıyla sistematik olmayan iki temel maneviyat vardır. Hiçbir gayr-ı sünni temayülü olmayan bu tarikatlar Mevlevilik ve Bektaşiliktir. İsmini andığımız diğer tarikatlar 13.yüzyılda Anadolu’da henüz gelişmemiştir. Diğer bir husus ise Yunus Emre eserlerinde Hacı Bektaş-ı Velî’den hiç söz etmemiştir lakin Mevlana’nın ismi Divanın dört ayrı beyitinde söz konusudur. Yunus’un bu beyitlerinde, O’na intisap ettiğine dair en küçük bir imla bulunmaz. Fakat, Yunus “ulu nazarlı Mevlana’nın meclis-i âlâsından feyz aldığını” bildirir. Mevlâna ile sohbet edip, huzurunda saz ile işret (zikir ve sema) yapıldığını dile getirmiştir:
Mevlâna sohbetinde sazıla işret oldu
Arif manaya daldı çün biledir Ferişte
Yunus aydur Mevlâna epsem otur yerinde
Bu sohbete döymeyen sonra savaşgan olur
Mevlâna Hudâvendgâr bize nazar kılalı
O'nun görklü nazarı gönlümüz aynasıdır
Dört Kapı Kırk Makam...
Bilindiği üzere her manevi yolun bir erkânı, bu erkânın da âdâbı vardır. Yunus Emre, her ne kadar Divanında bağlı olduğu silsileden bahsetmiyorsa da eserinde, erkânıyla seyr ü sülûk anlayışıyla ilgili geniş bilgiler vermektedir. Yunus Emre’nin bağlı olduğu silsile “dört kapı kırk makam” esasına göre eğitim yaptırmaktadır. Şöyle diyor bizim Yunus:
Şeriat tarîkat yoludur varana
Marifet hakîkat ondan içeri
Kırk bin kırk dört tabâkat meşayîh evliyalar
Dört kapıdır kırk makam dem evliya demidir
Evvel kapı şeriat geçse ondan tarikat
Gönül evi marifet aşk hakikat içinde
Dört kapı kırk makam esası ise Aleviliğin temel öğretisi, genel kurallar bütünü ve Allah’a giden yolda geçilmesi gereken safhalardır. Öğretisi Hz. Muhammed (s.a.v) döneminde İslam diniyle yoğrulmuştur. Her kapı ve her makam Kur’an-ı Kerim’in ayeti celilesine dayanmaktadır. Hz. Ali ve Ehl-i Beyt ile devam etmiş, Hoca Ahmet Yesevi ile somutlaştırılarak sistematiğe büründürülmüştür. Tasavvufta “Marifetullah” (Allah’ı ilahi yaratıcı olarak tanımak ve bilmek) makamına erişebilmek için evvela geçilmesi gereken dört kapı vardır. Bunlar; Şeriat kapısı, Tarikat kapısı, Marifet kapısı, Hakikat kapısıdır. Her kapının ise “onar” makamı vardır. Son kapının son makamı ise gerçek aşkın tecelli ettiği yer yani vahdet-i vücuda bürünülen yerdir.
Unutulmayacak Bir Şahsiyet: Yunus Emre
Yunus Emre bugün dahi, yedi asrı aşkın zamandır şiirleri, sözleri ve savunduğu düşünceleriyle bütün dünyada adından söz ettirmeyi başarmış mümtaz bir şahsiyettir. Hiç şüphesiz onu bu denli mühim kılan, sözlerinin bu denli tesirli olması ilham aldığı kaynağının Kitabullah olmasıdır. O, bu hususu şu sözler ile ifade etmektedir. “Yunus’un sözü şiirden, ama aslıdır kitaptan.”. Yunus Emre’yi çağlar ötesine taşıyan bir diğer unsur ise yaşadığı çağın bireysel ve sosyal meselelerine karşı dirayet göstermesi ve bütün karamsarlığa rağmen umut saçan bir kişilik olmasıdır.
Bu düsturla, bireysel ve toplumsal sorunların çepeçevre sardığı günümüz insanı, bu durumdan kurtulmak ve kaybetmiş olduğu değerleri ve haysiyetleri yeniden elde etmek için Yunus Emre’nin umut saçan sesine ve sözüne kulak asması lazımdır. Aşık Veysel’in “Ben giderim adım kalır/ Dostlar beni hatırlasın” sözlerine uyarak Yunus’un o faziletini hatırlamamız şarttır. Sözün tesirine inanan bir medeniyetin mensuplarına düşen vazife ise bu kutlu çağrıya iştirak etmektir. İşte o vakit insanlık ve toplum daha huzurlu ve dünya daha yaşanılabilir bir yer olacaktır.
FURKAN DİLEKÇİ