SÖYLEŞİLER
SÖYLEŞİLER
avatar
20 Şubat, 2022
851 gösterim

ŞAİR-YAZAR RAMİZ AYDIN’LA EDEBİYAT VE HAYATA DAİR / Konuşturan: Recep ŞEN

Sevgili Hoca’m isterseniz Gergef Edebiyat Dergisi okurlarının sizi daha yakından tanıyabilmesi için söyleşimize kısaca hayatınız, çalışmalarınız ve edebiyat yolculuğunuzu konuşarak başlayalım. Ramiz Aydın kimdir ve onun edebiyat yolculuğu nasıl başladı, bugünlere nasıl geldi?

Ben Trabzon merkez Ortahisar ilçesi Yeşilova Mahallesi (Köyü) doğumluyum. Asıl kökenim Trabzon’un Şalpazarı ilçesidir, bir Çepni Türk’üyüm. Samsun’un İlkadım ilçesinde büyüdüm. Türk Dili ve Edebiyatı öğretmeniyim. Trabzon Fatih Eğitim Enstitüsü Türkçe Öğretmenliğini ve Anadolu Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünü bitirdim. Bafra İmam- Hatip Lisesi, Bafra Lisesinde çalıştıktan sonra Bafra Özel Kızılırmak Dershanesi’nde öğretmen ve kurucu ortak olarak çalıştım. Son olarak da Samsun Çözüm Temel Lisesi’nde… Şu anda Ankara-Etimesgut Yeni Bağlıca Mahallesi’nde yaşıyorum ve yazmaya devam ediyorum. Şiir karalamalarıma lise yıllarında başladım. Bu, benim tercihim mi yoksa içimden gelen bir arzuya onay vermem mi idi, bunu henüz çözebilmiş değilim. Benim bildiğim, olaylara duyarlı bir gençtim, güzelliklerle mutlu olur, olumsuz durumlara da üzülürdüm. Bu olumlu ve olumsuz duygularımı şiire dönüştürmeye çalışırdım. Sonra üniversitede, daha sonra öğretmenlikte yazmaya devam ettim. Dershanecilik yıllarımda Güneşin Gölgesinde adlı ilk kitabımı yayımladım. Yerel gazete ve dergilerde düzyazı ve şiirlerim yayımlandı. Dört sayı çıkaracak kadar Kültür Eğitim adlı dergiyi yayımlama faaliyetim oldu.  Türk Dili ve Edebiyatı öğretmeni olmam yazma sebebim olarak düşünülüyor; bu doğru değil, Türk Dili ve Edebiyatı öğretmeni olmam yazmamı kolaylaştıran bir sebep olmuştur.

İnsanoğlu niçin yazma ihtiyacı duyar? Haritada Bir Nokta adlı hikâyesini “Yazamasam deli olacaktım.” diye bitirir Sait Faik Abasıyanık. Yazmak bir arayış, başkaldırı, isyan, hırs, kaçış mıdır, nedir? Niçin yazma ihtiyacı duyarız?

Düşünme, hissetme ve yazma eylemi duyarlılık ve sorumluluk meselesi, daha güzel olana ulaşmak isteyen insanların işidir. Yaşananların olumlu veya olumsuz etkilemelerinin olduğu yerlerde yazma eylemi söz konusu olur. Canım yazmak istiyor, ben de yazayım demekle gerçekleşmez yazma eylemi.

“Yazamazsam deli olacaktım.” sözüne gelince, bu sözü kendim için uygun bulmam çünkü bu söz benim için aşırı bir ruh halini ifade eder. Bense aşırılıkları seven bir insan değilim ama Sait Faik yazarken böyle bir ruh hali yaşamış. Bu ruh halini ve kararlılığı anlarım, alkışlarım. Böyle bir ruh haliyle yazmak istemem zira sakinlik ve huzur her alanda güzel bir şey.

Yazmak arayış mı, başkaldırı mı, hırs veya kaçış mı?

Bunların hepsine uygun yazan yazar ve şairler var. Dedim ya? Ben aşırılıkları seven biri değilim; başkaldırı ve hırs kelimelerini itici bulurum, her durumda sükûnet aşırılıklar için güzel bir ilaçtır.

Ben önce sükûnet ve vakar derim, bunlardan sonra kaçış ve arayış kavramlarını tercih etmek gerektiğine inanıyorum. Yazmayı; gerçeklerden değil, her türlü olumsuzluktan kaçarak daha güzel ve anlamlı olanı arayış olarak benimserim.

Edebiyatın sizin için anlamı ve hayat - edebiyat ilişkisi hakkında neler söylemek istersiniz?

Edebiyat sözü “edep” sözünden gelir. Söz ve yazının edeplisi, yani söz ve yazının düzgün olanı anlamına gelir edebiyat kelimesi. Süflilikten uzak veya insana dair bir konu, insanı etkileyecek canlı bir anlatım edebiyat için öncelikli şarttır.

Sanat- hayat ilişkisi… Edebiyat da bir sanat olduğu için edebiyat - hayat ilişkisini sanata bağlı olarak ele alayım diye düşünüyorum.

Bu noktada sanata dair bazı tanımları hatırlamakta fayda görüyorum.

Mehmet Akif Ersoy: “Sanat, hayat içindir.” der. Bu tanım edebiyatın hayatı güzelleştirmek, daha anlamlı kılmak için yapılması gerektiği anlamını taşımaktadır. Onaylamak gibi olmasın ama benimsediğim bir sanat anlayışıdır Mehmet Akif Ersoy’un sanat anlayışı.

Romantik akım sanatçıları sanatı “Sanat toplum içindir.”; klasik sanatçılar, parnasyenler ve sembolistler “Sanat, sanat içindir.” anlayışını savunarak şiirde toplumla ilgili bir taraf olmaması gerektiğini düşündüler.

Ziya Gökalp ise “Sanat, düşünceleri yaymak için bir araçtır, amaç değildir.” der.

Bu tanımlar zaman veya sanatçıların ortamlarına uygun düşmüş olabilir ama bugün insanlık âlemi büyük bir buhran içerisindedir, insanlık değerleri erozyona uğramıştır. Bu nedenle sanatın insanı düzeltmeye, özünü buldurmaya, mutlu etmeye yönelik olması gerektiğini düşünüyorum.

Dünya insanının bugünkü insani değerlerinin tükenmişliği ve yıpranmışlığı için “Toplum için edebiyat” ve “İnsan için edebiyat” anlayışlarını acil bir ihtiyaç olarak benimsemek, benimsemekle kalmayıp uygulamaya koymak gerekir.

Bunların dışında şunu da ilave edebilirim: Edebiyat hayattır, edebiyat insandır, edebiyat insan aklının, duygularının ve hayalinin ulaşabildiği her şeydir.

Edebiyatçı yaşadığı çağın tanığıdır. Geçmiş, bugün ve gelecek perspektifinde düşünürsek bir medeniyetin inşasında edebiyatın rolü konusuna nasıl bakmalı ve anlamalıyız?

Çağının tanığı olan sanatçı sırça köşklerde yaşamayan sanatçılardır, şair sırça köşklerde yaşasa bile sanatçının çağından tam bir kopuşu söz konusu olamaz.

Medeniyet denilen şey de birden ortaya çıkan bir değer değildir; medeniyet, geçmiş zamanlarda oluşturulan değer ve ürünlerin yaşanan çağla buluşmasıdır. Medeniyet; geçmiş zamanda geleceğin çekirdeği, fidanıdır; yaşanmakta olan zamanlarda ise meyveye dönüşmüştür. Bir zincirin halkaları gibi geçmiş bugünle birleştikten sonra gelecek zamanlara miras olarak bırakılır.

Şu gerçek unutulmamalıdır ki medeni insan olmadan bir medeniyetin kurulması, kurulmuş medeniyetin de devamı söz konusu olamaz. Medeni insan, benliğini bulmuş insandır; medeni insan, değerli insandır, değer bilen insandır; medeni insan, problem üretmeyen, değerler üreten insandır.

İşte, bu insanın yetişmesinde edebiyatın edep yönü kendini belli eder. Düşüncenin, duygunun edeplisi, insanın iç dünyasını biçimlendirerek insana olması gereken biçimini verir. Bu biçime giren insan; medeniyet kuracak, kurulan medeniyetin kıymetini bilecek ve sürekliliğini sağlayacak insandır.

Edebiyat, medeniyet ve medeni insan, bu anlayışa bağlı olarak çağımızın önemli bir ihtiyacıdır, ihmale gelmez bir ihtiyaçtır; hava ve su gibi.

Sevgili Hoca’m, bakıp geçmelik, seyirlik, eğlencelik işlerin daha popüler olduğu bir dünyada yaşıyoruz. Sosyal medya dediğimiz olgunun da etkisiyle biz farkında olmasak da popüler kültür hayatımızı değiştiriyor, dönüştürüyor. Böyle bir dünyanın içinde yaşayan (buna yaşamak denirse tabi) bir kesim insana göre kitap okumak, hele hele de edebi bir metin okumak, okuduklarıyla ilgili yorum ve analizler yapmak, zihin konforunu bozmak zahmetli bir iştir. Peki, biz insanımıza, özellikle gençlerimize hangi elle tutulur, pratik çözümleri sunalım ki okumaya, yazmaya ve edebiyata ilgi duysunlar?

Kolay değildir bu. Hadi denilince olacak şey de değildir. Popülerliğin karşısında durabilmek her babayiğidin harcı değildir ama ona teslim olmak da akla aykırı bir tutum olur. Globalleşen dünyada globalleşmenin getirdiği özentiler, mecburiyetler var. “Dünya nereye, biz oraya” anlayışının önünde durmak zor. Böyle bir dünyada “kültür insanı” olarak bilinmek belki de yadırganacak bir durum olacak. Böyle bir durumda gençlerin kültüre ve diğer değer yargılarına ilgi göstermesi imkânsıza yakın bir zorluk haline geldi; hayata madde formatı, zevk ve eğlence formatı atılmış durumda.

Böyle bir duruma razı olmak akıl dışılık olur; bu durum bir kültürel kurtuluş savaşı, hatta insan kalabilmek savaşıdır. Bu savaşı bazı küçük hasarlarla kazanmak gerekir; kaybetmek de Allah korusun bir milli kültür felaketi, insanlık felaketi olur.

Zararın neresinden dönülse kârdır. İvmeyi önce sorumlular başlatıp etkili bir gündem oluşturacak. Yarışmalar, özendirmeler, ödüllerle geniş tabanlı etkinlikler, gençlere yönelik olan ve gençlerin yönettiği TV kanallarında okumalar, kültürel etkinlikler kitaba yönelmenin somut çözümleri olarak düşünülebilir.

Gençler diyoruz da aynı problem yetişkinlerde de var. Toplumsal boyuttaki etkinlikler insanı daha çok etkiliyor, bu nedenle bu işin en pratik tarafı bu olsa gerekir. Hayırlısı diyelim.

Kültür davamızın en önemli meselelerinden birisi de lisan meselesidir. Dilimiz bizim kimliğimizdir. Kültürümüzü geçmişten geleceğe dilimiz vasıtasıyla taşırız. Bu anlamda Türkçemiz olmadan medeniyetimiz var olmaz. Türkçemizi kaybedersek her şeyimizi kaybederiz. Bugün caddeler, tabelalar, ekranlara baktığımızda güzel Türkçemizi yeterince göremiyoruz. Sizce bu problemleri aşmak ve dil şuurunu geliştirmek adına pratik ve uygulanabilir çözümler neler olabilir?  

Bu sorunuz yukarıdaki sorunuz ve anlatılanlarla ilişkili. İlişkili olduğu nokta, globalleşmenin üzerimizdeki yıkıcı etkisi… Farklı tarafı yabancı dil hayranlığımız… Orta Asya’dan beri bir yabancı dil hayranlığımız var. Orta Asya’da Farsçaya olan düşkünlüğümüzü eleştiren işin farkında olan kişiler şöyle bir söz söylemiştir: “Türk iti şehre inince Farsça havlamaya başlar.”

Daha sonra Arapça, divan edebiyatında Farsça, Fransız kapitülasyonlarından sonra ve Tanzimat edebiyatında Fransızca ve en son İngilizce…

Dil kültürün taşıyıcısıdır, dil bozulunca kültür bozulur, kültür bozulunca milletimizin geleceği tehlikeye düşer.

Bugün için böyle bir tehlike var, yabancı kelimeleri çok seviyoruz. Bu, bir aşağılık duygusunun yansımasıdır. Yabancı kelimeyi kullanan kişiler kültürlü olduklarını belirtmek istiyor olsa gerek. Bu zavallı durum kültürlülük değil, özenmek ve özünü yitirmek, tehlikenin farkında olamayacak kadar gaflet içerisinde olmaktır. Şehirlerimizin özellikle en işlek caddeleri yabancı kelimelerin işgali altında. Sanki yabancı bir ülkede yaşıyoruz. Bu durumun farkında olmayan insanlar için pratik çözüm aramak ne kadar etkili olur?

Yine de vazgeçmemek gerekiyor, vazgeçmek daha tehlikeli sonuçlar doğurur. Yabancı dil istilasının farkına varan Amasya Belediye Başkanı Mehmet Sarı’nın yabancı işyeri tabelalarına karşı mücadelesi, Türkçe tabelalara özendirmesi güzel bir uygulama.

Mehmet Sarı: “Bu şehirde yabancı isim taşıyan işyerlerine ruhsat vermeyi yasaklıyorum. Eğer Türkçeden, Türkçe kelimeden sıkılıyorsa Türk milletinin parasını almaya da hakkı yoktur.” diyor.

İnsanlara anlatmak gerekir bıkmadan, mukayese yapmak gerekir, yabancıların kendi dillerine düşkünlüğünü örnek vermek gerekir. Onlar niçin Türkçe kelime kullanmıyor da biz kullanıyoruz, bizim dilimizin neyi eksik?” demek gerekir. Yabancı ülkelerin Türkçeye karşı ırkçılık gibi düşünebileceğimiz tutumları karşısındaki bizim durumumuz fazla saflık veya gaflet oluyor zannederim. Bu problemi de halletmek zor ama imkânsız değil, inşallah başarırız, başarmak zorundayız.

Edebiyat sahasında kalıcı eserler ortaya koyabilmek adına önümüzde medeniyet dünyamızın kandilleri olan Yunus Emre, Mevlâna, Hacı Bektaş Veli, Hacı Bayram Veli, Niyazi Mısrî, Eşrefoğlu Rumi, Âşık Veysel gibi birçok öncü şahsiyet var. Asırlardır bu öncü şahsiyetlerin eserlerini okuyoruz ve gelecekte de okumaya devam edeceğiz. Peki, sözün sultanları olan bu öncü şahsiyetlerin kalıcı olma sırrı nedir? Biraz da bu konuyu açalım isterseniz.

Bu sanatçılar bizim klasiklerimizdir. Malumunuz klasik demek zaman geçse bile değerinden bir şey kaybetmeyendir. Bu nedenle buyurduğunuz gibi asırlar geçmesine rağmen değerlerinden kaybetmiyor bu güneşler, hatta çoğalmaları bile söz konusudur.

Neden mi? Bu sanatçılarımızın hepsi insan olmaya ve kalmaya çalışmış; insanımıza yakın durmuş, değer vermiş, sahip çıkmıştır. İnsan olmayı, insan kalmayı insanımıza anlatmış, tepeden bakmamış, insanın iki önemli temel değeri olan insanın aklına ve yüreğine hitap etmiştir.

Yunus Emre’nin aşk anlayışı, mahlûkata ve Allah’a olan sevgisi, sade yalın dili, Karacaoğlan’ın Anadolu’yu yansıtan şiirleri ve dilinin insanımızla bütünleşmesi, benzer çizgide olan Âşık Veysel’in söyleyişlerini insanımızın benimsemesi, onlara bağlılığı hem sanatçılarımız hem insanımız için takdire şayandır.

Bu sanatçılarımızın her birinin saatlerce anlatılacak özellikleri var ama temel ortak noktaları bunlar.

Örneğin Hacı Bayram-ı Veli mutasavvıf, bilgin, şair ve çiftçidir. İstanbul’u Fatih’in fethedeceğini haber vermiş, şiirler yazmış, çiftçilik yaparak yoksul Türkmenlere bakmış, insanları doğruluğa yönlendirmiştir.

Bir sözünde: “Ayıp ve kusurlarını gördüğünüz arkadaşlarınızın, komşularınızın sırlarını ifşa etmeyiniz çünkü gördüğünüz bu sırlar size emanettir, emanete hıyanet ise çirkin bir harekettir, emaneti koruyunuz.” der; çok anlamlı, çok derin bir sözdür bu. İnsan olmayı hissedip gerçek insan olanların akıl ve yürek süzgecinden çıkan bir söz olabilir bu söz. Muhteşem bir insan, muhteşem bir hakikat.

Her şairin kendi inşa ettiği bir şiir dünyası var. Tabii ki şiir; gelen, söylenen, gönle doğan bir güzellik. Bu anlamda son kitabınız Ebemkuşağı nasıl doğdu? Ramiz Aydın şiirlerini nasıl söyler, kâğıda nasıl döker, kelimelerini nasıl seçer?

“Ebemkuşağı” benim ikinci kitabım ve şiir… Birinci kitabım “Güneşin Gölgesinde” ve düzyazı… Üçüncü kitabım da inşallah yola çıkıyor.

Cevabıma “ebemkuşağı” kelimesinden başlamam lazım. Yedi renkli ebemkuşağı ne kadar güzeldir, ne kadar saf ve tertemizdir. Biz de bu manaya sadık kalarak toplumsal olumsuzlukları, milli, insani, İslâmi duyarlılık ve düşüncelerimizi dizelere döktük. İstedik ki duyarlılıklarımızı dost gönüllerle paylaşalım. Olanlara rıza göstermeyip olması gerekenleri görünmez parmaklarla işaret ettik. Covid 19 salgını nedeniyle çok açılamadık ama Ebemkuşağı’na ulaşan dost gönüllerin memnuniyetlerine de şahit olduk.

Şiirlerimi söylemek, kâğıda dökmek, kelimeleri seçmek… Şiir birden ortaya çıkmaz, tamamen ilham meselesi de değildir. Öncelikle güzele, güzelliğe, hakikate, insana dair bir konuya talip olmak gerekiyor, sonra güzel bir söyleyiş… İki güzelin izdivacı güzel bir şiire dönüşme şansı yakalamış oluyor. Tabii ki bu ikisinin ortasında imge ve kelime seçimi… Şiir bu noktada can buluyor. Zira imge, şiirde işlenen duygu ve düşünceleri aktarmak için oluşturulan canlı, etkili dil kalıplarıdır.

Ramiz Aydın bilir ki dilin en güzel biçimini bulmadan şiir can bulmaz, dilin en güzel anlatımını bulmak için şiirlerimi demlemeye bırakır, bir süre unuturum; şiiri daha sonra tekrar elime alıp daha güzel kelimeleri bulduğuma inandığımda şiirime son biçimini vermiş olurum.

Ebemkuşağı adlı kitabımdaki Yeryüzü Cehennemi şiirimi yirmi dokuz, aynı kitaptaki Sitemli Sevgi şiirimi yirmi sekiz sene sonra bitirdim. Bir miktar da zaman bulamama probleminin etkili olduğunu söylemeden de geçemem.

Bir parantez açarak bu bölümü bitireyim; şiirin dil ve anlatımı, yani dili güzel olursa şiirin konusu basit bir konu olsa bile okura şiirin dili o basit konuyu güzelleştirir. Orhan Veli Kanık’ın Kitabe-i Seng-i Mezar (Süleyman Efendi) şiirinin dili ve konusu bu açıklamaya uygun bir örnek olur diye düşünüyorum.

Sevgili Hoca’m belki biraz özel soru olacak ama biz her söyleşimizde misafirlerimize bu soruyu soruyoruz. Sorumuz şu: En çok sevdiğiniz şair ve şiiri hangisidir?

Şiir sanatı bütün şairlerin toplamıdır. Şu şairi ve şu şiiri severim demek bana uygun düşen bir anlayış değildir. Hangi şairin hangi şiirini severim meselesi biraz da günüme bağlıdır. Canım hangi gün ne çekiyorsa bu arzuma uygun bir şiir okumak isterim çünkü insan yaratılış gereği halden hale giren, çeşitli arzu isteklerle donanmış üstün nitelikleri olan eşref-i mahlûkattır.

Biraz öne çıkan şairleri sıralamak istersem Necip Fazıl Kısakürek’in şiir dilini, Arif Nihat Asya’nın serbest şiirlerini, Mehmet Akif Ersoy’un didaktik yönünü ve tertemiz duygularını, Nazım Hikmet’in ritim ve ahengini, Cahit Sıtkı Tarancı’nın ölüm karşısındaki duyarlılıklarını beğenirim; İsmet Özel’in ise sosyalizm ve İkinci Yeni şiir anlayışından, İslami anlayışa, mistik şiire geçişi, buradan da milli duyarlılıklara yönelmeleri bana sorgulanması gereken ilginç değişimler olarak gelmiştir. Ayrıca 80 öncesinin ortamında yetişen bir genç olarak Necip Fazıl Kısakürek’in Aman Efendim Aman, Sakarya Türküsü ve Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu’nun Malazgirt Destanı, Arif Nihat Asya’nın Fetih Marşı ve Bayrak adlı şiirlerinin üzerimdeki etkisinin pek fazla olduğunu söyleyebilirim.

Bir özel sorumuz daha var. Ramiz Aydın ile söyleşi yapıyor olsaydınız öncelikle kendisine hangi soruyu sormak isterdiniz, neden?

Kendime çok soru soran biriyim, iç konuşmalara zaman zaman kendimi kaptırdığım da olur. Kimilerine cevap veririm, kimilerini cevapsız bırakırım, kimilerine gülüp geçerim.

Kendime en çok sorduğum şu soruyu sorardım Ramiz Aydın’a: “Dünyaya bir daha gelsen hayata nasıl başlardın, eksik bıraktığın bir şey var mı, insanlara bakışın nasıl olurdu?”

Öncelikle hayata daha akıllı başlamak, hayatın daha bir farkında olmak isterdim. Köy kökenli bir genç olarak merdane duygularla, dürüstlüklerle donanmış ve temiz inançlarla şehir hayatına başlamak benim gerçek hayatı geç tanımama engel oldu; şehir hayatını köy duygu ve düşünceleriyle yaşadım, direndim şehir hayatına. Bunları bir şikâyet olarak söylemiyorum, bilakis bunlarla gurur duyuyorum. Söylemek istediğim, ben hayatı inandığım doğrulardan ibaret saydım, düşündüm ki herkes de benim gibidir. Bu durum aynı zamanda insanları yanlış tanımama sebep oldu, çevremdeki insanları hep kendim gibi gördüm; mert oldum, fedakâr oldum, iyi niyetli oldum, hep veren oldum ama kazın ayağı öyle değilmiş. Bu anlayışım kırk yaşlarına kadar devam etti, aklı köy değerlerinde kalmış bir insan olarak kontrollü bir şehir hayatı yaşadım, yaşamaktayım, vazgeçesim de yoktur.

İnsanlara çok güvendim, çok değer verdim, baktım ki insanlar benim için aynı şeyi düşünmüyor, hatta iyilik ettiğim insanlar beni amaçlarına ulaşmalarında rakip olarak gördü, ben de farkında değilmişim gibi davrandım. Belki bazı amaçlarıma tam olarak ulaşamadım ama en değerli yanım olan insanlığımı yitirmedim.

Şunu da ilave etmek isterim: İş hayatım yoğun geçti. Hem geceye hem gündüze hitap eden bir iş hayatım oldu, bu sebeple çok sevdiğim şiir yazma isteğimi istediğim şekilde gerçekleştiremedim, şiirlerimin ve düzyazılarımın çoğunu emekli olduktan sonra yazdım.

Sevgili Hoca’m, bize vakit ayırdığınız için çok teşekkür ederiz. Son olarak eklemek istediğiniz bir konu varsa söyleşimizi onunla bitirelim.

Yazmayı severim, yazanları daha çok severim, yazan gençlere de hayranım doğrusu. Gergef Edebiyat Dergisi’ni ve yayın anlayışını beğeniyorum; ekibini, yazar ve şairlerini takdir ediyorum. Gerçekten çok iyi kalemler var Gergef Edebiyat Dergisi’nde. Yarınlara kalacak genç olan çok yazar ve şairin olduğunu düşünüyorum, hepsinin yolu ve talihi açık olsun.

Dergicilik güzel bir iştir, 90’lı yılların ortalarında Bafra şartlarında öğrenci ve öğretmen arkadaşlarımla dört sayı olarak Kültür Eğitim adlı bir dergi çıkardık, şartlar gereği devam ettiremedik, devam ettirememek içimde bir acı olarak kaldı.

Ben, siz Recep Şen’e, bütün ekibe, yazar ve şair arkadaşlara tatlılıklar, başarılar diliyorum.

Bana fırsat verip zaman ayırdığınız ve derginizde yer verdiğiniz için özellikle teşekkür ediyorum. Bahtınız açık olsun, nice yıllara…

SÖYLEŞİ: Recep ŞEN