HİKÂYELER
HİKÂYELER
avatar
17 Ocak, 2022
1698 gösterim

BALKONUNDA BEGONYALAR (Hikâye) / Muhammet KAYHAN

Kaldım işte burada. Böbrek sancılarımla baş başayım artık. Ne çıkabilirim bu kasabadan ne de bir gelen olur bana. Kapım çalınmaz bundan böyle. Komşu kadınlar maya için bir küçük kâse yoğurt istemek bahanesiyle sana seslenerek gelmezler artık begonya saksılı pencereye. Haylaz oğlan çocuklar zilime sıçrayarak basıp oğlumu çağırmazlar artık.

Kaldım işte. Beklenen oldu, beklemediğim bir anda geliverdi yalnızlık. Kolay mı bu bozkırın ortasında yaşamak? Sessizliğin gürültüsü insanı bu kadar mı rahatsız eder? Başımda bu kadar dert varken yeni bir dert eklemek nedir Allah aşkına?

Gittin, gidecektin zaten. Ama öyle sessizce gitmen şart mıydı? Çocukları, beni ve balkondaki çiçeklerini terk ederken bir veda bile etmemen...  Zor oldu bizlere bu gidişin ve bunu kabullenmemiz daha zor.

Oğlumun gözyaşları ve kızımın derin sessizliğine değer miydi bu terk ediş? Giderken sen, veda bile edemedik sarılarak. Ben kapıdaki komşu kadınları görünce içeriye attığım ilk adımda, titremişti zaten bacaklarım. Çökmüş kalmıştım kanepeye. Kolumu çarpmıştım fiskos masasının üzerindeki çiçekli vazoya.  O vazoyu nereden aldığımızı hiç unutmadım. Düşüp kırılınca dönüp bakamamıştım bile. Çiçekleri yerlere serilmişti. Balkondan koparmıştın onları.

Ben ister miydim buralarda kalmayı? Hatırla, ilk tayin yerim açıklandığında söylediklerini:

- Olsun, sıkma canını! Birkaç sene sonra bir yolunu bulur, memlekete yakın bir yerlere tayin istersin, demiştin.

Teselli etmiştin beni, nereye gidersem gideyim benimle geleceğini söylemiştin gözlerime bakarak. Şimdi ne oldu da bekleyemedin biraz daha? Şart mıydı illa gitmek ve terk etmek bizleri? Bu yıl memlekete dönecektik beraber. Dağlarını gezecektik, çiçekler koklayacaktık. Ben saçlarına papatyalardan taçlar örecektim soğuk pınar başlarında. Avucumdan sular içirecektim yarpuz kokulu.

Ya ben, ben ne olacağım, hiç düşündün mü? Akşamları nasıl gireceğim odana? Sana dair her bir köşeyi nasıl arayacağım biliyor musun? Perdelerini aralarken pencerenin, ellerini arayacağım, narin parmaklarını. Kapı ardındaki havluları değiştireceğim. Bir tülbent bulacağım dolabında hiç kullanmadığın, kullanmaya kıyamadığın. Hemen yanı başındaki mavi tülbendinde saçlarını arayacağım. Kanepenin üzerinde yarım kalmış bir örgü var. Kızımıza diye başlamıştın. Kırmızı bir kazak olacaktı, soğukta sıcacık giyecekti. Oğlumuza da mavi bir atkı örecektin. Her zaman iltihaplanıp şişen, ateşler içinde yatağa düşüren bademciklerini sıcak tutsun diye.

Daha dün su vermiştim çiçeklerine. Susuz kalmasınlar demiştin, çiçeklerini döküverirler diye korkmuştun. Bak, şimdi yine su vereceğim. Ama sen görmeyeceksin artık. Pencerelerini, balkonlarını çepeçevre sarıp sarmalayan bu renk cümbüşüne yalnız bakacağım. Çok telaşlanmıştın gideceğimizi öğrendiğinde.

- Buradaki çocuklar ne olacak, senden sonra ne yapacaklar, kim ellerinden tutacak onların, yırtık ayakkabılarını kim yenileyecek? Bir deftere iki ders sığdıran fakirliklerini yüzlerine vurmadan kim görmezden gelecek?

Abdullah Hoca var bizim okulda. Tanımazsın, hoş, çok tanımak istenecek bir adam da değil. Daha geçen gün ceketinin omuz başlarının rengi solmuş bir öğrenciye:

- Utanmıyor musun böyle eski, rengi solmuş ceketle okula gelmeye? Söyle babana yeni ceket alsın sana. Bir daha böyle görmeyeyim seni, demiş.

Tüm sınıfın içinde, ayağa kaldırarak azarlamış garibanı. Ağlayarak anlattı bana olan biteni. Eğer üzerine bol gelmeyeceğini bilseydim, çıkarıp verirdim ceketimi. Ufacık gariban, arkadaşlarından çelimsizliğiyle seçiliyor zaten. Abisinin ceketiymiş, yıllarca O giydikten sonra bırakınca okulu, kardeşine kalmış işte. Çarşıda bir esnaf arkadaş derman oldu derdine. Bir ceket parası verdi bana da babasından müsaade ile bir ceket alabildik şimdilik. Bu garibanı nasıl bırakayım Abdullah Hoca ve onun gibilerinin kör vicdanlarına? Sevinmiştin o öğrencinin yeni ceketine, sanki kendi çocuklarına bayramlık almış gibi.

Soğuk bir Anadolu şehrinde okudum ben. Soğuk damarlarında kar gibi, buz tutmuş bir mahalle çeşmesi gibi dolaşır dururdu. Demirciler Sokak’ta otelden bozma üç katlı bir harabede kaldım ilk yıl. On beş öğrenciydik. Anadolu’dan gelmiş, yurt çıkmamış bir ev dolusu on beş delikanlıydık. Soba ısıtmazdı bu soğuk şehrin çift pencereli evlerini. Çok da yakamazdık zaten. Sadece akşamdan akşama. Dışarıdaki soğuğu emen duvarlar ısınana kadar biz yataklarımıza girerdik ve soba sönerdi. Ertesi sene başka semtine taşındık şehrin. Sözde kaloriferliydi dördüncü kattaki evimiz. Ama yeni yapılan bu kooperatif evlerinde kaloriferler dördüncü katı ısıtamazdı. Odamızın ortasından buz sarkıtları sarkardı ve biz titrerdik. Elektrik sayaçlarını bozarak, haram olduğunu bile bile, elektrikli ısıtıcılar kullanırdık her odada. Sabahleyin sayaçları düzeltirdik, sayaç okuma memurları gelince anlamasınlar diye. Benim karyolam yoktu. Zemin tahta değildi, kuru betondu. Bakkal Rahmi Abi’den aldığım boş mukavva kutuları, bulabildiğim kartonları üst üste minderimin altına sererdim. Sererdim de yine de kesmezdi soğuk betonun böbreklerime sapladığı sızıyı. Böbreklerimdeki hastalık o zamanlardan yadigâr bana. Ne zaman böbreklerim sancılansa o zamanlar aklıma gelir. Binbir ümit ile gönderildim ben okumaya. Yoksulluğu, çaresizliği beni okutmak için üstlenen ve bundan pişmanlık duymayan annem-babam nasıl okuttu beni bir bilsen!

Bırakamam buraları, bırakamam bu yoksul bozkırın çocuklarını diye çok ağlamıştım omzunda. Sen silmiştin gözyaşlarımı şefkatle. Teselli cümleleri dökülmüştü dudaklarından, sıkıntılarıma şifa ümidiyle.

Ne fayda! Gittin işte. Bozkırın kuru sıcağında bıraktın bizleri. Kapı komşumuz bir kadın, kızımızı kucaklamış; saçlarını okşuyor. O saçları sen tarardın her gün. Ellerinle okşardın ipek saçlarını, sık sık koklardın. Bakamıyorum çocuklarımızın yüzüne, kızımın sessizliğine ve oğlumun gözlerindeki billur damlacıklara.

Nefes alamıyorum, duvarlar üzerime üzerime geliyor, daralıyorum. Oda kalabalık ve ben yalnızım artık. Sadece kalabalık var, kim olduklarına bile bakmıyorum. Sıyrılıp çıkmam lazım kapıdan, soranların gözlerinden kaçırmalıyım gözlerimi.

Ayakkabılara basarak o karmaşanın içinde kendi ayakkabılarımı bulmaya çalışıyorum. Göremiyorum, belki de görmüyorum artık bana ait olan şeyleri. Bana ait hiçbir şey kalmadı sen gittikten sonra. Sen vardın bir tek ve ben vardım birbirimize ait.

Dışardayım. Sıcak ve kalabalık evin önü. Arka bahçeye kaçıyorum yalınayak. Bir adam, belli ki komşum ya da arkadaşım, peşimden bir çift terlik uzatıyor ayaklarıma. Elleriyle sırtıma dokunuyor, ürperiyorum. Senin dokunduğun, başını yasladığın omuzlarda bir yabancı dokunuş canımı sıkıyor.

Bir gece vakti düğünümüzle gelin olmuştun, bir sabah aydınlığında ölüverdin işte.

Pençesinde boğuşurken o illetle, hep dik durmuştun yüzüne vuran acılarını saklayarak. Ben saklayamam acılarımı. Gittin işte, beni böbrek sancılarımla baş başa bırakarak bu bozkırın ortasında. Oğlumun gözyaşları ve kızımın derin sessizliğiyle kalakaldım… Balkonunda begonyalar… 

MUHAMMET KAYHAN