SÖYLEŞİLER
SÖYLEŞİLER
avatar
30 Nisan, 2022
1987 gösterim

EMİN GÜRDAMUR İLE HİKÂYE ÜZERİNE / SÖYLEŞİ:Recep ŞEN

Gergef Edebiyat Dergisi okurlarının sizi daha yakından tanıyabilmesi için söyleşimize kısaca hayat hikâyeniz, çalışmalarınız ve edebiyat yolculuğunuzu konuşarak başlayalım isterseniz Emin hocam. Emin Gürdamur kimdir, onun hikâye yazma yolculuğu nasıl başladı ve bugünlere nasıl geldi?

İnsanın kendini tanıtması, tanıması kadar zor. Çünkü bir insanı kendisi yapan sınırlar, içinden geçenler midir, yoksa dışından geçenler mi pek emin değilim. Yine de birkaç şey söyleyebilirim. 1980 yılında Trabzon’un bir köyünde doğdum. On beş yaşına kadar orada yaşadım. Sonra Samsun maceram başladı ki bu, beni ben yapan ilişkilerin, karşılaşmaların kavşağı sayılır. Samsun’da üç yıl gazetecilik yaptım. Sonra memuriyete intisap ettim. Şimdi Ankara’da yaşıyorum. İlk gençlik yaşlarımdan itibaren okumaya merakım vardı. Gazetecilik bu merakı pekiştirdi. Sonra siyasal okumalarımın ve ilahiyat tahsilimin benim okuma ve anlama serüvenimi büyük ölçüde belirlediğini söyleyebilirim. Ama en baştan beri edebiyatın, saf edebiyatın beni çeken, cezbeden bir yanı vardı. Yaklaşık on yıl önce kendi kendime kurgusal metinler yazmaya başladığımda o cazibe tarafından ele geçirildiğimi hissetmiştim. Birkaç yıl sonra da dergilerde görünür hâle gelmeye başladım. Yolun başında desteğini gördüğüm üç ismi daima minnetle anarım. Mustafa Kutlu, Necip Tosun ve Mustafa Ruhi Şirin.

Emin hocam, edebiyat yolculuğunuz hikâye ile başladı diyebiliriz. İlk kitabınız Atları Uçuruma Sürmek ve diğerleri peşpeşe geldi. Bugün artık bilinen, ödüller sahibi, tanınan bir hikâye yazarısınız. Bu tanınmışlık sizin edebi çalışmalarınızı olumlu veya olumsuz nasıl etkiliyor?

Birileri tarafından biliniyor olmanın, insanla eseri arasında sakıncalı bir bariyer meydana getirdiği kanaatindeyim. Çünkü her kitabınız her tanışlığınız hatta her ödülünüz sizi bir yandan besliyor bir yandan da ihata ediyor. Sanatın doğasında ise bunlarla ilgilenmemek var. Kaldı ki oturup bir öykü yazarken ödüller de kitaplar da işinize yaramıyor. Orada kendi kalbiniz ve kabiliyetinizle başbaşalığınız devam ediyor. O başbaşalık çok değerli. Artık yazma enerjimin bir kısmı, o başbaşalığı muhafaza etmekle geçiyor.

Emin Gürdamur’u hikâye yazmaya iten sâikler nelerdir? Neden başka bir edebiyat türü değil de hikâye?

Açıkçası önce bir roman yazmayı denedim. Tarihî bir konusu vardı ve oldukça uzun bir romandı ve başarısızlıkla sonuçlandı. Onun görücüye çıkmamış olmasını şimdilerde şans addediyorum. Ama o birkaç yıl, yazı ve kurguyla ilişkimi birebir deneyimlemiş oldum. Başarısız bir romandan öğrendiklerimi, başarısını bir şekilde ispatlamış eserlerimden öğrenmemişimdir. Anlatmak istiyordum. Öyküler yazmak. Neden mi? İnanın bunun cevabı her zaman değişti bende. Geriye doğru bakınca cevaplarımın pek de tutarlı olmadığını görüyorum. Sanırım insanın içine doğru kazı yapmak isteğiydi, beni sürekli kışkırtan. Hâlâ o kışkırtmayla öyküler yazıyorum. Neden öykü? Öykü, şiiri, denemeyi ve hatta uzun öyküyü de hatırlarsak romanı da içine alabilen, en azından onların imkânlarından yararlanabilen bir tür. Ve benim meramımı, kahramanlarımın meramını büyük ölçüde anlatmaya yetiyor.

Tabii ki her yazarın kendine has bir çalışma şekli var. Siz hikâyelerinizi nasıl kurguluyor, karakterlerinizi nasıl seçiyorsunuz? Yazarken nasıl bir ruh haline bürünüyorsunuz, sizi en fazla etkileyen iç ve dış unsurlar nelerdir?

Öykülerimi genellikle yazarken kurguluyorum. Sonunu bilmeden, gideceği güzergâhtan habersiz şekilde. Kurguyu kafasında tamamlayıp sonra yazı başına oturanlara göre yorucu bir yöntem olduğunu kabul etmeliyim. Bu yöntem sayesinde merak duygusunun tıpkı okur gibi beni de kışkırttığını itiraf etmem gerekir.

Kamuda editör olarak çalışıyorum. Bu, benim gün içinde farklı metinlerle ilişki içinde olmamı gerekli kılıyor. Öykülerimi o dilden, yani başka metinlerden korumak için geceleri yazmaya çalışıyorum. Bütün bunlarla birlikte söylemem gereken bir şey var. Hangi duyguyu hangi düşünceyi yazacağım konusunda daima net olmuşumdur. Bu netlik sayesinde öyküyü yazma motivasyonumu koruyabiliyorum. Eğer o motivasyonum güçlüyse, zedelenmemişse hiçbir dış etken beni bir öykü üzerinde çalışmaktan alıkoyamaz.

Yazarken alıngan bir ruh hâline büründüğümü söyleyebilirim. Çünkü kahramanlarım da büyük ölçüde alıngan kimseler ve böylesi ruh ortaklığı içine girmesem elimden tutup beni kendi dünyalarına götürmüyorlar.

Emin hocam, sizin hikâyelerinizi okuduğumda dikkatimi çeken en önemli özelliklerden bir tanesi Türkçemizi çok güzel kullanıyor olmanız. Kullandığınız üslup, şiirsel anlatım; okuru hikâyelerinizin içine çekiyor, alıp götürüyor. Biraz da dil, üslup konusuna değinelim isterseniz.

Yaşamın özünü dille kavrarız. Dille görür, dille duyar ve dille anlarız. Onunla meşguliyetim arttıkça, sayesinde erişemeyeceğim hiçbir anlam katmanının kalmayacağına dair bir duygu kaplıyor içimi. Bundan olsa gerek Türkçe dillerden bir dil değil benim için. İnsan annesi için annelerden bir anne diyebilirse, dili için de varsın desin. Hâlbuki bilinç düzeyine çıkan her düşünce ve hatta her kurgu, sadece doğarken dilden beslenmez, sonsuza kadar dille ilişkisini, alışverişini sürdürür. Yazarken Türkçeyle aramızda beliren gerilim, yazının anlamını dıştan ve içten kuşatan, ondaki hayatiyeti teminat altına alan bir doğurganlığın dışavurumudur aynı zamanda. Ona borcumu ödeyebilir miyim? Her kitapta biraz daha yaklaştığımı hissettiğim bir kitap var. Kelimelerimi yerli yersiz ayartan, beni dur durak bilmeden kendine doğru koşturan bir kitap. Ne yalan söyleyeyim, bitirdiğim her öyküye, acaba bu onun bir parçası mı, diye uzun uzun bakmaktan kendimi alamıyorum. Ömrüm ona erişmeye yetecek mi bilmiyorum ama bir gün ona erişirsem Türkçeye de borcumu ödemiş olacağım. Bu dikkatle öyküler yazmak, aynı zamanda üslup ve dilde de özenli olmayı doğal bir sonuç olarak beraberinde getiriyor.

“İlk kitabınızdaki “Kahverengi Zarf” hikâyesinde Hafız Murat’ın yaşadıkları üzerinden aslında din eğitimindeki hatalı yaklaşımları eleştiriyor ve bu hatalı yaklaşımların çocuklarımızın ruh dünyasında açtığı derin yaralara işaret ediyorsunuz. Siz aynı zamanda bir ilahiyatçısınız. Peki din eğitimi konusunda bir hikâyeci, edebiyatçı olarak neyi hatalı ve neyi doğru yapıyoruz, temel yanlışımız nerede?

Dünyanın her yerinde insanları yaralar olgunlaştırır. Mutluluğun insanın tekâmülüne katkısı sanıldığından azdır. Evet, bizler de belli muhitlerde yaşayan, yetişen insanlar olarak o muhitlerin hem konforunu hem kıyıcılığını aynı anda yaşadık. Kaldı ki zaten çocukluk, insanın açık yarasıdır ve o yıllarda maruz kaldığı her dokunuş ruhunuzda ömür boyu sızlar. Geçmiş yıllarda sadece din eğitimi alanında değil genel anlamda eğitimde de pek çok çarpık uygulamaya şahit olduk. Ben şahit olduğum bir çarpıklığı kurgusal bir dille ortaya koymaya çalıştım. Mesafemi korumakta en zorlandığım öykülerimden biri oldu Kahverengi Zarf. Din eğitiminde de diğer eğitimlerde de dünyanın her yerinde en temel hata, insanı merkeze almamak olmuştur daima. İnsan, o eğitim için araçsallaştırılırsa iyi bir iş yaptığımızı sanırken kötü bir sonuç doğurabiliriz. Hatta doğurmamız kaçınılmazdır. Tarihin her döneminde dinin amacı, insana itibar kazandırmak, onu hayatın merkezine oturtmak olmuştur. Fakat din eğitiminin amacı maalesef insanı değil, geçmişi muhafaza etmek, merkeze koymak şeklinde tezahür ediyor. Kişisel kanaatimce, bütün sorunlar bu ikisi arasındaki uçurumdan kaynaklanıyor.

Hazır söz buraya gelmişken gençlerimizin edebiyat ve sanatla ilgisini nasıl buluyorsunuz? Gençlerimizin şiire, hikâyeye kısaca edebiyat ve sanata ilgi duyabilmeleri, okuma yazma alışkanlığı kazanabilmeleri için neler yapabiliriz?

Gençlerin sanata, edebiyata ilgisi ne yazık ki eğitim sisteminin can sıkıcı örgütlenmesi dolayısıyla her zaman zayıf olmuştur. Çünkü okullarda bizi edebiyatla değil edebiyatın tarihiyle tanıştırırlar. Gençlerin şansı varsa, idealist bir öğretmene denk gelmişlerdir. Böylece müfredat dışı, hayatlarına birebir dokunacak kitaplarla karşılaşırlar. Yoksa, sanatın ve edebiyatın anlamsızlığına hükmeden kalabalıklar arasına karışmamaları için doğrusu bir neden de yok. Benim okuma yazma gayreti içindeki arkadaşlara tavsiyem biraz klişe olacak ama çokça okuyup yazmalarıdır. Bu ikisinin ayrı meziyetler olduğunu, ikisinin de ihtisas ve ayrı emek gerektirdiğini unutmamalarını tavsiye ederim. Yani uzunca bir dönem okuduktan sonra oturup harika şeyler yazamazsınız. Yazmak, okumanın yanında ama yazarak, daima yazarak kazanılan bir meziyet. Hepimizin kaleminin ucunda bir an önce kurtulmamız gereken kötü mürekkep var. İlk yazıların başarısızlığını, bu mürekkepten kurtulma hamlesi olarak görmek gerekir. Gerisi kendiliğinden ışıldayacaktır.

Emin hocam, sizin dergicilik yönünüz de var. Edebiyat dünyamızda birer okul olması gereken dergiler sizce bugün bu fonksiyonlarını tam olarak yerine getirebiliyorlar mı, bu konuda neler söylemek istersiniz?

Dergiler her zaman bir okul olmuştur. Bugün tanıdığımız pek çok edebiyat insanının bir dergi çevresinde piştiğini, olgunlaştığını biliyoruz. Ama kabul etmeliyiz ki yaşadığımız post modern süreçten edebiyat mahfilleri de nasibini aldı. İnsanlar artık özgürce yazmaya, olabildiğince az akıl almaya meyilliler. Burada tuhaf bir şekilde dergilerin de bu yeni döneme ayak uydurduğunu, eski kapalı devre yayıncılık anlayışını esnettiğini söyleyebiliriz. Bu esneklik, geleneksel anlamda okul olma hususiyetini de gölgeledi elbette. Dijitalleşmenin her şeye egemen olduğu bir dünyada yaşıyoruz. Zaman ne getirir ne götürür, bu konuda fikir beyan etmek için henüz erken diye düşünüyorum.

Emin hocam, sizin öykülerinizde hayat mücadelesinde yenik düşmüş, bir kenarda unutulmuş, mutluluğu yakalayamamış insanlarla tanışıyoruz. Değerlerin erozyona uğrayışı, bireylerin kendi içlerindeki hesaplaşmalar, çıkmazlar, sorular, sorunlar, özlemler, çığlıklar, isyanlar, arayışlar, yüzleşmeler, tasavvufi unsurlar, Allah’a sığınış dikkatimizi çekiyor. “Gözlerimizi fanilik bahçesinde açtık ama dallarımız sonsuzluğa sarkıyor.” diyorsunuz. Öykülerinizi okurken şiirsel bir anlatım ve şiirsel imgeler okuru sarıp sarmalıyor adeta. Buradan, şiir yazmıyorsunuz ama şiirle bağınızın çok iyi olduğunu anlıyoruz. Bu durum öykülerinizi kaleme alırken size nasıl bir kapı aralıyor?

Malumunuz olduğu üzere edebiyatın insanlık tarihinde ortaya çıkışı şiirledir. Mesela Fuad Köprülü, ilk Türk şiiri numunelerinin şaman manileri olduğunu söyler. Ayrıca kadim zamanlardan elimize ulaşan yazılı metinlerin, taş tabletlerin şiir ihtiva ettiğini biliyoruz. Bunu niçin söyledim? Şunun için. Edebiyatın temel kumaşı şiirdir. Ve şiir, sadece şiir yazarken başvuracağımız bir tür değildir. Şiirsel anlatım, dilin kanatlarını ardına kadar açmanıza ve meramınızı alabildiğine güçlü şekilde anlatmanıza olanak sağlıyor. Düz yazıda şiirsel tavır, özellikle öykü gibi kendi iç gereksinimlerini olmazsa olmaz olarak dayatan bir tür için biraz tehlikeli gibi görünse de kaçınılmaz bir tercih benim için.

Sevgili hocam, yoğun çalışma temponuz arasında bize vakit ayırdınız, bu güzel sohbet ve dostluğunuz için çok teşekkür ediyorum. Son olarak okurlarımıza sizin söylemek istedikleriniz varsa onunla söyleşimizi noktalayalım.

Estağfurullah. Değerli hocam, emek verdiniz, vesile oldunuz. Sorulardan ve sohbetten keyif aldım. Ben teşekkür ederim.

SÖYLEŞİ: RECEP ŞEN