SÖYLEŞİLER
SÖYLEŞİLER
avatar
14 Temmuz, 2022
2009 gösterim

İSMAİL BİNGÖL'LE TÜRKÜLERİMİZİ KONUŞTUK / SÖYLEŞİ: Recep ŞEN

ŞAİR, YAZAR, TRT PRODÜKTÖRÜ İSMAİL BİNGÖL İLE TÜRKÜLERİMİZİ KONUŞTUK
                                                                                                                            SÖYLEŞİ: Recep ŞEN
 
 
Değerli hocam, Gergef Edebiyat Dergisi okurlarının sizi daha yakından tanıyabilmesi için söyleşimize kısaca hayat hikâyeniz, çalışmalarınız ve edebiyat yolculuğunuzu konuşarak başlayalım. İsmail Bingöl kimdir; onun türkülerle, edebiyatla, şiirle yolculuğu nasıl başladı ve bugünlere nasıl geldi?
 
1962 yılında Erzurum’da doğdum. İlk ve orta öğrenimini Erzurum'da tamamladım. Atatürk Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesinden mezun oldum. Aynı okulda yüksek lisans yaptım. 1986-88 yılları arasında Ankara Defterdarlığında çalıştım. 1988 yılının Nisan ayından bu tarafa TRT Erzurum Radyosunda program yapımcısı olarak çalışıyorum. 1994-2000 yılları arasında Atatürk Üniversitesi Meslek Yüksek Okulu Radyo-Televizyon Yayıncılığı bölümünde, 2001 yılında ise İletişim Fakültesinde "Radyo Programcılığı" dersini verdim. Kırağı, Akademi, Kalem ve Onur, Düşünce ve Sanatta Adım, Çizgi, Ay Vakti, Türk Edebiyatı, Dergâh, Lika, Sühan, Mortaka, Beyazdoğu, Tarih Yolunda Erzurum, Erzurum Sevdası, Erzurum Aktüel, Berceste, Az Edebiyat, Bizim Külliye, Edebiyat Ortamı, Bir Nokta, Dil ve Edebiyat, İslami Edebiyat, Herfene, Beyaz Şehir Palandöken, Şehir ve Kültür, Teferrüc gibi değişik dergilerde; kültür ve sanat sitelerinde yazı, şiir ve röportajlarım yayımlandı. Sempozyumlara katıldım, bildiriler sundum, birçok armağan kitapta yazılarım ve röportajlarım yer aldı. Gazetelerde kültür, sanat ve edebiyat yazıları yazdım.
 
Eserlerimden bahsedersem yaşadığım şehirle ilgili portre ve denemelerini bir araya getirdiğim “Türkülerde Yaşayan Şehir Erzurum” adlı kitabım; 1999 yılında Dergâh Yayınları Erzurum Kitaplığı’ndan yine “Ey Kelime ve Ey Ses” ve “Atalar Mirası Gönül Yarası Türküler” adlı deneme kitaplarım 2014 yılında Dergâh Yayınları Ülke Kitapları serisinden; “Ay Düşleri ” adlı ilk şiir kitabım 2009 yılında Ares Yayınları’ndan; Sırrını Söyleyen Rüzgâr adlı ikinci şiir kitabım 2016, Kendine Vurgun Divaneler 2019 yılında Ötüken Yayınları’ndan çıktı. Arı Sanat Yayınevi’nden 2015’te çıkan “Rüştü Mızrak Şiir Defteri” adlı kitap ise ortak bir çalışmanın ürünü.(Şenol Mızrak, Ali Kurt, İsmail Bingöl ve Ömer Özden). Bir başka ortak kitap çalışması (Prof. Dr. Ömer Özden, Prof. Dr. Osman Elmalı. Doç. Dr. Ali Kurt, Yrd. Doç Dr. Yusuf Bilen ve İsmail Bingöl) ise; “Erzurum’da Gizli Kalan Cinis Köyü Mezar Taşları.” İse 2017’de Atatürk Üniversitesi Yayınları’ndan çıktı.
 
Yayına hazır şiir, deneme, araştırma yazılarım ve röportajlarım var.  Ayrıca meslekî alanda birçok radyo programına imza attım. “Âşıklarımız- Âşık Edebiyatımız, Yöremizden, Bir Köyümüzde, Bizim Eller ve “Aşk İmiş Her Ne Var Âlemde” ve “Şehirden Sesler” bunlardan bazıları.
 
Türkülerle, edebiyatla, şiirle yolculuğumun nasıl başladığına gelince; öncelikle türkülerle başlamalıyım. Çünkü halkımızın gönül dünyasından doğan ve kolektif şuurun eseri olan türkülere olan sevgimin dimağımda sezgiyle de olsa yer etmeye başlaması, belki okul öncesi dönemime gider. Radyoların yeni yeni yaygınlaşmaya başladığı yıllarda evimizdeki bu sihirli kutudan kulağıma çarpan seslerden beni en çok etkileyen, kendine çeken ve daha sonra da bugüne kadar hiç bırakmayan türkülerin yeri, ileriki yıllarda daha da arttı, farklı ve daha anlamlı bir yere oturdu. Daha başka ifadeyle; yıllardır türkü söyleyen, hani o bilinen tabirle, çocukluğumdan beri türkülerin ve şarkıların meftunu olan biriyim. Çocukken ezberimde birçok türkü olduğunu ve büyüklerin beni yakaladıklarında türkü söylettiklerini hatırlıyorum. Çünkü radyonun altın çağını yaşadığı zamanlarda; küçücük bir el radyosu en yakın dostlarımdan biriydi. Özellikle de tatil günlerinde, onu koynuma alır, bir arkadaş gibi anlattıklarını dinler; çalınan türküleri, şarkıları bir bir kaydederdim küçücük defterime. Anlatılmak istenen dünyayı tam olarak kavrayamasam bile nağmeleri, sözleri, ruhumda bir başkalık meydana getirir, bu duygularla alabildiğine coşardım. Ortam müsaitse eğer "Sesime ses verin yaralı dağlar" mısraında olduğu gibi ben de haykırır, olanca sesimle katılırdım radyoda çınlayan seslere. Ne yılların geçişi eksiltti türkülere duyduğum sevgiyi ve ne de yaşadıklarım, gördüklerim...
 
Bu merak, bu sevgi bugüne kadar devam ediyor olsa ve bazı özel sebeplerden, türkü söylemeyi sanat haline getiremesem de - müziğimizin sürekli icra edildiği bir kurumda TRT’de prodüktör olarak çalışmak nasip oldu. Söyleyenlerin sesini duyurmayı, yaptığım programlarda türküler üzerine metinler yazmayı iş edindim. Türkü hikâyeleri, türkülerle ilgili alışılagelmiş bir aktarım biçimi olduğundan, serde biraz şairlik ve yazarlık da olduğundan, bundan farklı olarak, dinlediğim türkülerin bende uyandırdığı hisleri, çağrışımları yazıya dönüştürmek suretiyle; deneme biçiminde yazmaya çalıştım bunları. Yıllar içerisinde buna dair okuduklarım ya da şöyle söyleyeyim, bu şekilde yazılmış olanlar, bir elin parmaklarını geçmeyecek sayıdaydı. Ben, yaptığım programların da etkisiyle, bu yoldaki çabalarımı sürdürdüm ve yaklaşık yirmi yıl sonra bunlar kitap olarak meydana çıktı.
 
Edebiyat ve şiirle olan bağıma gelince daha çok halk şiirinin konuşulduğu, Sümmani’den, Emrah’tan, Şenlik’ten sıkça bahsedilen, şiirlerinden okunan, Mesnevi, Bostan ve Gülistan, tarihî ve dinî kitapların Osmanlıcasından okunduğu bir ev ortamında büyüdüm. Sohbetlerin, gelenin gidenin, geçmişe dair hatıraların sıkça dile getirildiği bu ortam, ilk beslendiğim ve farkında olmadan edebiyata, şiire karşı ilgimin oluştuğu yerdir. Tabii bunlara bağlı olarak, kitap okumanın ve kitaba sevdalanmanın, şiirin efsunlu dünyasından katrelerin yavaş yavaş yüreğime düştüğü yıllar da yine bu yıllardı.  İlkokuldan başlayarak bütün sosyal faaliyetlerde, müsamerelerde bulunur ve mutlaka şiir okurdum. Bu durum yıllar içerisinde büyüdü ve kendimi şiirin, yazının, kısacası edebiyatın içinde buldum. Ve o zamanlardan beri okurum ve yazmaya gayret ederim.
 
İsmail Hocam, Veysel Baba “ Türk’üz türkü çığırırız” diyor. Buradan hareketle türkü kelimesinin kökeni ile girelim konuya isterseniz.
 
Ana dili Türkçe olan ya da Türk diliyle bildirimde bulunan insanların yaşadığı her yerde varlığı bilinen, dün olduğu gibi bugün de sözlü geleneğin vazgeçilmez icra ürünlerinden olan ve Türk dünyasının müştereklerinden kabul edilen türküler, Türk kültürünün temel unsurlarından biridir. Türküler, destansı dönemden günümüze uzanan uzun ince bir çizgide Türklerin sosyal, siyasal, dinî ve kültürel hayatının her safha ve sayfasında yer almış, önemli görevler üstlenmiştir. Türk insanı türkülerde kendini bulmuştur. İçini türkülere dökmüş, sevincini, heyecanını, hüznünü, acısını türkülerle dile getirmiş, sırlarını türkülerle paylaşmış, derdini türkülere açmış, aşkını, sevdasını, hatırasını, gönlünü, kalbini, kısacası yüreğini türkülerle ortaya koymuştur. “Türküsüz kalmayı yurtsuz kalma” olarak düşünmüş, onsuz kendini gurbette hissetmiştir.
          
Türkü kelimesinin menşei hakkında araştırmacılar birbirine benzer görüşler öne sürmüştür. Bu görüşlerden en fazla kabul göreni şüphesiz, türkü kelimesinin Türk'ten doğduğu ve Türklere has bir ezgi olduğu görüşüdür. Hem Farsçada hem de Arapçada nispet eki olarak kullanılan 'î'nin, Türk kelimesine eklenmesiyle meydana gelen 'Türkî', Türk'e has, Türk'e özgü, Türk'le ilgili anlamındadır. Bu kelimenin sonundaki ünlü, ağızlarda zamanla yuvarlaklaşmış ve türkü biçimine dönüşmüştür.
 
Karşılaştırmalı Türk Lehçeleri Sözlüğü’ndeki açıklamaya göre; Türkü sözü, muhtelif Türk boylarında farklı kelimelerle adlandırılmıştır. Türküye Azeri Türkleri mahnı; Başkurtlar halk yırı; Kazaklar türki, türik halik ânı; Kırgızlar türkü; Özbekler türki, halk koşigi; Tatarlar halık cırı; Türkmenler halk aydını; Uygur Türkleri de nahşa, koça nahşisi demektedir.
Ama nihayetinde bunların hepsiyle kastedilen türküdür, bize ait olandır, bizim hayatımızın serencamıdır.
 
Türkülerimiz hangi kaynaklardan beslenmektedir?
 
Türkülerimizin beslendiği en önemli kaynak bizim kendimizdir, kendimizin olandır. Kendimizi bilmemiz ve kendimizi anlatabilmemizdir. Yürek yaralarımız, hasretliklerimiz, geçmişin derin acıları; kahramanlıklarımız, yoksulluklarımız, gelmişimiz, geçmişimiz… En büyük aşklar da türkülerde anlatılır, en büyük acılar ve zulümler de… Türküler kimi zaman anne sütü sıcaklığında çocuğun ses ve söz dağarcığına bir ninni olarak akmış, kimi zaman bir ölüm acısıyla yoğrularak ağıta dönmüş, kimi zaman kadere boyun eğmenin sessizliğini ve çaresizliğini yaşatmış kimi zaman da zulme, haksızlığa, vefasızlığa, soysuzluğa, saygısızlığa başkaldırının güçlü sesi olmuştur.
 
Türkülerde mertlik, yiğitlik, aşk, heyecan ve gizem vardır. Kıskançlık, şüphe ve endişe vardır. Emek ve çile vardır. Tabiat, toprak, su, ateş, hava vardır. Hak ve haksızlık vardır. Mitoloji, edebiyat, tarih, felsefe, gelenek, görenek, hukuk ve töre vardır. Renk ve desen vardır. Güç ve enerji vardır. Sevgiliye yalvarma, kahır, sitem vardır. Acıyı resmederken bir mezar başında ağıt vardır. Kısacası insan, bizim insanımız, bizim milletimizin insanı vardır. Türküler belki de hayatın kendisidir bizim anlayışımıza göre. Onun içindir ki geçmişte bıraktığımız acı ve tatlı hatıralar türkülerin bir köşesine takılıp ölünceye kadar bizi takip eder. İşte geçmişte de günümüzde de gelecekte de türküleri besleyecek olan, yeni türkülere yol açacak olan da bütün bu saydıklarımızdır. Ve bütün bunlardan hareketle Tanpınar’ın da söylediği gibi: hayatın sürekliliği içinde bir yığın değişmeye rağmen daimi kalan aslî yanımızı ifade ederler." der. Böylelikle aynı zamanda hocası da olan ve “Bizim romanlarımız, türkülerimizdir." diyen Yahya Kemâl’in izinden gitmektedir.
 
Ve bütün bu düşüncelerin sonucunda diyebiliriz ki Türk insanı hangi coğrafya, sosyal, siyasal, kültürel çevre ve inanç ortamında yaşarsa yaşasın, hangi eğitim düzeyinde olursa olsun, hangi cinsiyet ve yaş grubu içinde bulunursa bulunsun, türkülerden uzak yaşayamayacağı bir gerçektir.
 
Gönül telimizi titreten türkülerimizin aynı zamanda yaşanmış birer hikâyesi mevcut. Bu hikâyeler aslında hepimizin hikâyesi. Bizim kültürümüzde türkü yakmak diye güzel bir tabir var; gençlerimizin daha iyi anlayabilmesi açısından biraz bunu açabilir miyiz?
 
Necati Cumalı’nın “Adına yaktığım türküler” adlı bir şiiri vardır ve pek severim. Onun son mısraları şöyledir: “Pencerem denize karşıdır/Oturur düşünürüm bazı günler/Seni beni mahzun eden bu haller geçer/Gün gelir herkes gibi ben de ölürüm/Bu aşk yürekten yüreğe yeniler/Bir gün ağızdan ağıza dolaşır/Adına yaktığım türküler.”
           
Sevgilisine yaktığı türkünün kendinden sonra da ağızdan ağıza dolaşacağını ve sevdalı yüreklerin tercümanı olarak dilden dile söylenip duracağını söyleyen şair, aslında burada kısaca türkü yakmanın ne demek olduğunu da anlatıyor. Başından geçen hüzünlü aşk hikâyesinin gün gelip başkalarının da başından geçeceğini düşünerek “türkü yakıyor” şair. Dertli sinelerin, büyük olayların, kahramanlıkların, acıdan yüreği yanmışların ve belki de vuslata ermişlerin hikâyesini dile getirmek için türküler söylenir. Bunu söyleyen bir tek kişi olsa da zamanla o kişinin adı ve sanı unutulur ve o türkü toplumun malı olmaya, yani anonimleşmeye başlar.  İşte buna türkü yakmak denir ve yakılan bu türkü ya da türküler ehli tarafından yanık yanık söylenir. Hem öyle bir söyleyiş ki söyleyenin ve dinleyenin sinesinden adeta yanık kokusu gelir. Artık o türkü o millet, o kültür yaşadıkça söylenecek ve dilden dile, gönülden gönüle yayılacak; benzer olayların, hikâyelerin tercümanı olmaya devam edecektir.
 
Türkülerimizde işlenen ana temalar ile biraz da türkülerimizdeki irfâni boyuta değinelim isteseniz.
 
Bilindiği gibi türkülerin ana temalarının başında aşk, sevda, kahramanlık, inanç ve sevgi gelir. Türkülerin çoğu, kavuşamayan âşıkların arzı endam ettiği bir meydandır. Bu meydanda nice canlar verilir, nice canlar sevda uğruna kaybedilir. Elleri kınalı nice gelinler, kızlar, oğlanlar; çeşit çeşit türkülerin her bir yanından ses verir. Bundan başka kahramanlıklar dile getirilmiştir türkülerde; acılar, yoksulluklar… Güle de söylenmiştir türkü, yeri geldiğinde bülbüle de… Hâsılı insanımızın hayat hikâyesinde, gönül dünyasında; dününde, bugününde, yarınında ne varsa hepsi de vardır türkülerde, türkülerin biz kokan, bizden haber veren coğrafyasında…
 
Karanlık gecelerde bin bir sızı içinde devşirdiğimiz acılardan, bin bir çile içinde taşıdığımız sevdalardan, adı geçince bile insanı yoran, inleten ayrılıklardan izler taşır türküler. Yıldızlarla dolu bir gökyüzü altında, hafiften eser bir rüzgâr eşliğinde, daralmış, incinmiş, kaybettiklerinin etkisiyle adeta kendinden geçmiş, hafakanlar içerisindeki ruhumuza, o ağırdan başlayıp yavaş yavaş yükselen nağmeleriyle tercüman olur, sözleri alır bizi bir başka zamana götürür. Bilgece duruşları, nasihatkâr tavırlarıyla, bu halkın yüz yıllardır dilden dile dolaşan macerasını anlatır türküler. Gelmişten, geçmişten; zalimden, zulümden, mazlumdan, mazlumun âhından; aşk uğruna çekilen eza ve cefalardan, daha nice nice hallerden, durumlardan ve olaylardan söz edip ruhlarımıza gönül siteminden, sevda yarasından, merhamet duygusundan bir çizgi çekip giderler.
 
Bütün bunlar halkımızın irfanî geleneği içinde de yer etmişler, maneviyat dünyasından da ses vermişlerdir. Örfünde, âdetinde, sezgisinde tecelli etmişler, Anadolu insanı türküleri yeri geldiğinde bir nasihat aracı, yeri geldiğinde maneviyatını güçlendiren bir dayanak, yeri geldiğinde adaletsizliğe karşı bir sığınak olarak kullanmışlardır. İlahiler, deyişler, taşlamalar, hicivler yapmış türkülerle, çağdan çağa taşıyarak türkülerini korumuştur.
 
 İkisi de duygu dünyamızın ürünü olan türkü ile şiir arasında nasıl bir bağ var?
 
Türküler anonim ürünlerdir. Yani halk arasından ortaya çıkmış, kimin söylediği bilinmeyen, halk arasından insanlar tarafından bir olay, bir hikâye sonucunda söylenmiştir. Belli bir makam ile söylenir. Şiir ise öyle değildir. Halk arasından ortaya çıkmamıştır. Kişilere has bir durumdur. Ancak, türkünün sözleri de şiir, hem de ortak muhayyilenin şiiridir. Ayrıca bazı kişilerin, âşıkların eserlerinin alınıp türkü olarak söylendiği de vakidir.
 
Türkü söyleyebilmek basit bir şey değil aslında. Zihin ve gönül işi, anlamlı bir eylem. Coğrafyanın vatan olmasında türkülerin rolü nedir?
 
Millet olmanın ve millet olarak yaşayıp mekân tutulan toprakları vatan kılmanın en önemli ayrıntısı; ortak bir geçmişin yüzyıllar içerisinde oluşturduğu ortak bir kültürdür. Ve bu ayrıntının en başat, en göze çarpan ve herkesi yüreğinden yakalayan unsurlarından biridir musiki. Millet olma kavramı içerisinde sözünü edebileceğimiz herkesin bir musikisi, ortak değerlerini dile getiren bir ses dünyası mutlaka vardır. Bu oluşumda sayının, büyüklüğün bir önemi yoktur; önemli olan o kişileri bir ülkü, bir amaç, bir hedef etrafında toplayan bir sembolün, onları sevinçte ve tasada birleştirecek olan bir elementin bütün ruhlarda kendine yer edinebilmiş olmasıdır.
           
İşte bizim halk müziğimiz bu söylemek istediğimizi çok iyi bir şekilde yerine getirir ve onu seven, onu dinleyenler arasında sınırları çizilmemiş bir coğrafya oluşturur. Onun içindir ki; müziğimizin bilindiği, söylendiği ve anlaşıldığı her yer bizim vatanımızdır. Çünkü bizim dilimizin ve o dille ruhlara üflediğimiz türkülerin yankısı vurur bütün o yüreklerde ve o yüreklerin coşkuyla attığı topraklarda. Bugün başka isimle anılan bir ülkede kalmış olsa da bu kişiler; aramızdaki bu kültür bağı, bu türkü ortaklığı; her daim bizi onlara, onları bize yakınlaştırır ve ortak bir kökten geldiğimizin, ortak bir değerin insanları olduğumuzun bilincini yaşatır; böylelikle aramızdaki mesafeleri kısaltır.
 
Dolayısıyla biz de çocuklarımıza ve gençlerimize; sadece türkü söylemeyi değil, bir coğrafyanın vatan olarak şekillenirken türkülerin buna olan etkisini de öğretiriz; öğretmeliyiz. Çünkü türkü söylemek ve dinlemek sıradan bir iş değildir. Dilinizle, ses tellerinizle söyleseniz de bu işin asıl yapıldığı yer, zihin ve yürektir. Yüreğinizi vererek söylemedikten ve zihninizi o türküye yoğunlaştırmadan dinlemedikten sonra, ne türkü dinlemenin bir önemi vardır ve ne de söylemenin…
 
Türkülerin sınırı olmaz elbette. Sadece Anadolu coğrafyasında değil, Türklerin yaşadığı diğer coğrafyalarla irtibat kurmamızı, ortak bir mazide buluşmamızı, gönül birlikteliğimizi de sağlıyor aslında türküler değil mi hocam? Biraz bu konuyu açabilir miyiz?
 
Türküler… İnce yüreklerin zamana saldığı bir velvele, bir feryat, gökyüzünü tutan bir nağme tufanı, bir söz mahşeri… Haykırışları sonsuzu tutan insanların ruhlarından kopan parçaların uzayıp giden zamanda; bazen hüzne, bazen ayrılığa, bazen sevdaya, bazen neşeye dönüşen halk verimleri… Gün gelmiş kavgalarıyla sevdalarını eş ettikleri, gün gelmiş acılarını ince bir gülüşle örttükleri, gün gelmiş mağrur bir eda ile cihan bağından göçtükleri bir anda, gidişlerinin ardından, kalanların büyük bir sarsılışla, içine biraz can, biraz hicran, biraz sabır kattıkları ve kendilerini teselli etmek için söyledikleri; soyumuzun, kültürümüzün, nereden geldiğimizin ve nereli olduğumuzun izini sürdüğümüz nişaneleridir türküler. Buradan şunu söyleyebiliriz; türkülerimizin söylendiği coğrafyalarda hala varlığımız, kültürümüz, insanlık anlayışımız, bağlılıklarımız devam ediyor. İşte günümüzde bunun misallerine yakından şahitlik ediyoruz. Fizikî sınırlarımız Edirne’den Kars’a kadar olsa da gönül coğrafyamızın sınırları, türkülerimizin söylendiği, dilimizin etkisinin sürdüğü sınırlar, bunun birkaç katıdır. Balkanlar’dan Orta Asya’ya kadar ve daha başka yerlerde de devam eden bu etkinin farkına varmamız aslında, kendi büyüklüğümüzün, mazimizin bize yüklediği sorumluluğun büyüklüğünün farkına varmamız, bunu yeniden ve büyük bir aşkla idrak etmemizdir. Oralarda kendimizi asla yalnız hissetmeyiz. Gönül bağının sürdüğü her yer aynı zamanda türkülerimizin de söylendiği ve yürek yaralarımızın, geçmişte yaşadığımız acıların dillendiği yerlerdir. Bunu ne bugün ve ne de yarın unutmamalı ve asla unutturmamalıyız.
 
İmam Gazali şöyle diyor: “İlkbaharın ve o mevsimde doğada açan renk renk çiçeklerin, udun ve tellerinin kendisini harekete geçirmediği kişinin karakteri o kadar bozuktur ki, ilacı yoktur.” Hani biz de şöyle deriz ya: “Türkü söyleyenden, türkü dinleyenden bir kötülük gelmez.”. Bu anlamda türkülerimizin insan ruhu ve davranışları üzerinde nasıl bir etkisi var?
 
Ali Ekber Çiçek; birçoğumuzun zihninde o günlerde kalan ve kendine has yeri olan ender isimlerdendir. Sadece türkü söyleyen ve bütün emeğini bu işe harcayan; türkünün itibarını, sadeliğini ve orijinalini korumaya çalışan, onu gelip geçici hiçbir amaca yerli yersiz harcamayan; yanlış durumlara alet etmeyen sanatçı kendisiyle yapılan bir sohbette şöyle diyor: ''Gerçekleri göstermek, gerçeğe kavuşmak ve gerçeği olduğu gibi insanlara anlatmak için çalışmış bir insanım. Cahilden uzak, kâmile yakın oldum; büyüklerime saygı, küçüklerime sevgiyle yaklaştım. Konuşulan her kelâmı ibadet gibi dinledim, kimseyi acizlik ve bilgisizlikle itham etmedim. Hayatım boyunca hiçbir maddi menfaat sağlamadan, insanların duygularını sömürmek gibi bir yanlışlığa meydan vermedim.’’
           
Bütün hayatı boyunca gönül zenginliğini öne çıkaran, iyi insan olmanın yollarını arayan ve bunun için de türkülerin telkin ettiği manevi dünyanın peşinde, ışığın etrafında pervane olan sanatçının ifade ettiği gibi, türkülerin kötülüğü tavsiye edenine, sizi yanlış yola sevk edenine rastlayamazsınız. Eğer türkülerin gerçek manada ifade ettiklerine, ifade etmeye çalıştıklarına candan ve yürekten kulak verirseniz şayet… Onu herhangi bir istismar aracı olarak, kendinizi göstermek ve ondan yararlanmak niyetiyle söylemezseniz… İşte bu Anadolu insanının irfanî geleneğinden gelen ve bizlere şunu söyleyendir: “Nerede bir türkü söyleyen görürseniz yanına oturun, korkmayın size zarar vermez.”
 
Günümüzde türkülerimize ilgi sizce ne durumda?
 
Aslında türkülere her daim ilgi göstermiştir insanımız. Çünkü türkü Türk’ün mayasında vardır ve onu en sıradan sandığınız kişide bile görebilirsiniz. Köylerde, kasabalarda, en ücra yerlerde dilinde türküsü, gönlünde aşkı olan kişiler var oldukça, türküler de yaşayacak ve coğrafyamızın her yanından ses vermeye, yürekleri zenginleştirmeye devam edecektir. Ama şurası bir gerçek ki; yeni yeni şehirleşmeye başladığımız zamanlarda, bazı kesimlerin de gayretiyle bizi türkülerden, türküleri bizden ayırmaya çalıştılar. Ama “Ot kökün üstüne biter.” sözünde olduğu gibi insanımız belli bir yere geldiğinde, bunun farkına vardı ve Tanpınar’ın söylediği gibi: “hayatın kendine dönüşü gibi” tekrar türkülere döndü ve türkülerle bağlarımız yeniden ve giderek daha fazla boyutta kuvvetlenmeye başladı. Ana tema ve söyleyiş aynı kalmak şartıyla, yeni bir söyleyiş şekliyle bugün türküler gençlerimizin dünyasında hak ettiği yeri almıştır. Bu tür sanatçıların artık büyük dinleyici kitleleri vardır ve türküler halkımızı kucaklamaya devam edecektir. Eskinin büyük sanatçıları da internet ve onun getirdiği sosyal medya araçları vasıtasıyla eski bantlarından, cızırtılı plaklarından yeniden dolaşıma girmiştir. Artık bugün bir klasik olan ve hiçbir zaman adları silinmeyecek olan o büyük sanatçılar da Türk müziği adına bu gelişmeden paylarını almışlardır. Bir anda milyonlara ulaşan ve adına müzik denilen çalışmaların büyük bölümü gelecekte olmayacaklardır. Fakat türküler ya da Türk müziği her zaman olacaktır.
 
Hocam siz türkülerle iç içesiniz, bu konuda fikir üretiyorsunuz, değerli çalışmalarınız da var. Özellikle gençlerimizin ve geniş halk kitlelerinin türkülerimize daha fazla ilgi duyması için neler yapılabilir?
 
Çocuklarımız, aile ortamında çok fark etmeden dinleyecekleri ve şuur altlarına hitap edecek müziklerin etkisi altında kalacaklardır ve bu etki hemen olmasa bile, bir zaman sonra onları türkülerimize döndürecektir. Çevrenin tesiri ne kadar kuvvetli olursa olsun, bir zaman sonra genlerinden gelen gücün de yardımıyla, türkü bir şekilde onların dünyasına nüfuz edecektir. Tabii bunun okul ve eğitim safhası da var. Okullarımızda düzenlenen musiki etkinlikleri aslına uygun ve ehil eller tarafından yapılırsa, çocuklarımız kendi kültürünü sözüyle, geçmişiyle, tarihiyle, olaylarıyla, ağıtlarıyla, acılarıyla, niçin söylendikleriyle, nasıl söylendikleriyle ve nasıl dinlenecekleriyle ilgili bilgileri, pratikleri, daha iyi öğrenecek ve daha çok ilgi göstereceklerdir.
 
İsmail Hocam biz her söyleşimizde misafirlerimize özel sorular soruyoruz. Mesela sizi en çok etkileyen şair ve şiiri gibi. Size farklı bir soru sormak istiyoruz: Kendinizi anlatmak isteseydiniz bu hangi türkümüz olurdu?
 
Bu soruya tek bir türküyle cevap vermek, diğer türkülere haksızlık olur. Ama isim vermeden şunu söyleyebilirim. Daha çok sevdiğim ve söylediğim türküler olduğu gibi, benim ruh halime, iç dünyama fazla tesir etmeyen, hissiyatımı etkilemeyen türküler de vardır. Tabii bunun sebepleri var. Mesela benim bulunduğum coğrafya, yıllar içerisinde birkaç kere Rus işgaline uğramış ve yanmış yıkılmış. Yani büyük acıların, katliamların ve zulümlerin yaşandığı ve uzak diyarlara giden askerlere ağıt yakıldığı bir vatan parçası. Onun içindir ki oynak havaları pek sevdiğim söylenemez. Hatta bizim buraların hareketli diye tarif edeceğimiz türkülerinde bile bir hüzün gizlidir ve diğer yörelerinkine göre oldukça ağırdır. Türkülerin hepsi bizimdir ama her türkünün dinleyeninde uyandıracağı etki aynı değildir. Ama hepsi de aynı soyun türküleridir nihayetinde. Ne var ki doğunun ve güneyin türküleri beni daha çok etkiler.
 
Değerli hocam, yoğun çalışma temponuz arasında bize vakit ayırdınız. Çok teşekkür ederiz. Son olarak okurlarımıza söylemek istedikleriniz varsa onunla söyleşimizi noktalayalım.
 
Türkülerle yöre yöre güzel ülkemizin dört bir yanını nağmeler eşliğinde dolaşabilir, sözlerini kendimize eş ederek, şehirlerden, köylerden, dağlardan, ovalardan, vadilerden ve bin bir yağmurdan süzülüp gelmiş nehirlerden geçerek denize ulaşabiliriz. Bu coğrafyada yaşayan ve asırlar öncesinden kopup gelen bu eserlere sahip çıkan herkesin ortak değeri olan türküler yaşadıkça ve yüreklere binbir duygu eşliğinde kondukça; bu topraklar,  bu memleket hep bizimdir ve bizim olarak kalacaktır. Selam, sevgi ve muhabbetlerimle…
​​​​​​​SÖYLEŞİ: RECEP ŞEN