SÖYLEŞİLER
SÖYLEŞİLER
avatar
20 Şubat, 2022
1016 gösterim

ŞAİR-YAZAR İLKER GÜLBAHAR İLE EDEBİYAT ÜZERİNE / Söyleşi: Recep ŞEN

Sevgili İlker Hocam, Gergef Edebiyat Dergisi olarak her sayımızda edebiyata emek veren güzel insanlarla söyleşi geleneğimizi sürdürüyoruz. Bu sayımızda da sizinle söyleşi yapmak kısmet oldu. Sözlerimin başında, bu yoğun temponuz arasında bize değerli vaktinizi ayırdığınız için çok teşekkür ediyorum. İsterseniz söyleşimize, Gergef Edebiyat Dergisi okurlarının sizi daha yakından tanıyabilmesi için İlker Gülbahar kimdir diyerek başlayalım. Bize kısaca kendinizden ve çalışmalarınızdan bahseder misiniz?

1973 yılında Afşin'de doğdum.1996 yılında Selçuk Üniversitesi Eğitim Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmenliğinden mezun oldum. Aynı yıl Malatya/Darende Lisesinde öğretmenliğe başladım. Dört yılın sonunda Mersin'e tayin istedim. 18 yıl da Mersin'de görev yaptım. 2018'de Afşin'e geldim. Şu an ise öğretmenliğe devam ediyorum. Malumunuz olduğu üzere Yarpuz Edebiyat Dergisi'nin de mutfağında bulunuyorum. Şiir, hikâye ve çeşitli yazılarım; Türk Edebiyatı, Şehir, Bozkır İlleri, Kümbet, Lirik, Edebice, Kırağı, Delikliçınar, Hece Taşları, Açıkkara, Bekir Abi, Tahrir, Mahfel, Gökekin, Edebi Körpü, Yarpuz vb. dergilerde yayımlandı. Bir şiir ve bir hikâyemin de Gergef'te yayımlandığını söylemeden geçemeyeceğim. Ayrıca Biriz Şiir Seçki'lerinde de yer aldım.

Lise ikinci sınıfta yaşadığım enteresan kesitle edebiyata merak sardığımı söyleyebilirim. Bu merak, ileriki hayatımda ne iş yapacağımı da belirledi.

Lise 2'de ve 3'te edebiyat dersime gelen öğretmenim, kanaat kullanmasa edebiyattan bütünlemeye kalacaktım. Bu durum belki de hayatımın en ilginç kesitidir. Şimdi siz şöyle düşünebilirsiniz. "Nasıl yani? Ama siz edebiyat öğretmeni olmuşsunuz." Evet sıra dışı olan da bu zaten. Yazılı sınavlara çok iyi çalışırdım. Sınavda tüm soruları cevaplardım. Cevaplardım ama sınav sonuçları açıklandığında en büyük hayal kırıklığını yine ben yaşardım. Geçer bir not alamazdım. Günümüz öğrencileri gibi medeni cesaretim de pek yoktu. Lise 2'deydim. Edebiyat dersinden yıl boyunca beş sınava girmiş, hiçbirinden de geçer not alamamıştım. Son sınav sonrasında cesaretimi topladım. Dersimize giren öğretmeni okulun kantininde yakaladım. "Hocam!" dedim. "Sınava çok iyi hazırlanıyorum. Sınavdaki tüm soruları doğru yaptığıma da adım gibi eminim. Ama bir türlü geçer bir not alamıyorum. Neden böyle oluyor hocam?" diyerek durumuma hayıflandım. Öğretmen, elini çantasına attı. Sınıfımızın sınav kâğıtlarını çıkardı. Benim kâğıdımı masaya koydu. Sorunun birini işaret parmağıyla göstererek "Önce soruyu, sonra soruya verdiğin cevabı oku." dedi. Okudum, soruyu anladım ama benim verdiğim cevaptan hiçbir şey anlamadım. "Bu soruyu sözlü olarak cevapla." dedi. Cevapladım. "Hah, işte cevap bu! Bu söylediğini yazmalısın. Evladım, senin yazdıkların, sözcük yığını, cümle değil." dedi.

Eksiğimi anlamıştım. Benim cümle diye bir araya getirdiğim sözde cümlenin ne başı vardı ne kolu ne de ayağı. Benim eksiğim cümle kuramamaktı. Önce bunu halletmeliyim, dedim kendi kendime. Eksiğimi halletme sürecinde güzel söze, söz söylemeye merakım iyice arttı. Üniversite sınavında yaptığım tüm tercihlerim "edebiyat" idi.

Edebiyat âşığı hikâyeci Abdullah Harmancı ile aynı sınıfta olmak da benim için büyük bir şanstı.

Şu anki süreçte edebiyat öğretmenliği görevimi sürdürmekle birlikte 32 sayı çıkan Yarpuz Edebiyat Dergisi'nde emek vermeye devam ediyorum. İki yıla yakındır şiirden ziyade hikâyeye yoğunlaştığımı belirtmeliyim.

Sevgili hocam, ikinci şiir kitabınız “Fesleğen Ağıdı” raflarda yerini aldı, daha taze. İlk kitabınızdan farklı bir kitapla okura sürpriz yaptınız bu defa. İsterseniz hem yeni kitabınız hem de bu farklılık üzerinde duralım.

Muhterem hocam! Sanatın ve sanatçının tekâmülünü takdir edersiniz. Orhan Veli, Oktay Rıfat, Nazım Hikmet, Tevfik Fikret gibi birçok sanatçı bunun en güzel örnekleridir. Sanat dünyasına çıkışları hece ölçüsüyle olan Orhan Veli'nin serbest şiirde devrim yapması onun içinde bulunduğu şartlar ve sanat anlayışındaki değişikliğin neticesidir. Önceleri Birinci Yeni çizgisindeki Oktay Rıfat'ın, Orhan Veli öldükten sonra Birinci Yeni'ye tamamen ters bir sanat anlayışında olan İkinci Yeni çizgisine geçişi de sanatçının tinsel tekâmülünün göstergesidir. Serbest Nazım ve Toplumcu Şiir'in öncüsü Nazım Hikmet de ilk şiirlerini hece ile yazmıştır. İlk zamanlarda bireysel anlayışla şiirler yazan Tevfik Fikret'in hayatının sonlarına doğru toplumcu çizgiye döndüğünü söyleyebiliriz. Örnekleri çoğaltmak mümkün. Yani sanat da sanatçı da bir değişimin, yenileşmenin içindedir.

Evet, 2017'de çıkan ilk şiir kitabım Gülbahar'da ağırlık hece ile yazılmış şiirler var. Serbest şiirler de öyle kaydedeğer şiirler değil zannımca. Bunu şimdilerde çok daha net görüyor, anlıyorum. İkinci şiir kitabımda ise hece ile yazılmış şiir yok gibi. Bu değişimin, doğal olduğuna inanıyorum.

Edebi çalışmalarınızın yanında bir de Yarpuz Edebiyat Dergisi’nin genel yayın yönetmenliğini devam ettiriyorsunuz. Sözü aslında dergiciliğe getirmek istiyorum. Sahi Yarpuz’un doğuşu nasıl olmuştu? Buradan başlayarak biraz da günümüz dergiciliğini konuşalım isterseniz.

Cemil Meriç, dergileri "hür tefekkürün kaleleri" olarak niteler. Bu sözü söylediğinde Türkiye'de dergiler ne kadar nüfuza sahipti bilemiyorum ama günümüz tam anlamıyla bir "dergi cumhuriyeti"ne dönüşmüş durumda. Dergilerin - matbuu ve e-dergi - düşün ve yazın ırmağımızın debisini yükselttiği muhakkak. Edebiyatın nabzı dergilerde atıyor. Yarpuz da onlardan biridir.

Serveti Fünûn ile başlayan edebiyat dergiciliği yıllarca bir "okul" gibi düşünülmüştür. Bu okul içinde eserleri yaymlanan sanatçılar o "okul"un, "ekol"ün çizgileri içinde sanatsal etkinliklerini sürdürmüşlerdir. Bu da edebiyatımızda farklı sanat anlayışlarını çeşitlendirmiştir. Edebiyatımızın 1980 sonrasındaki çeşitliliğini dergilere borçluyuz diyebilirim.

Anadolu'da kısıtlı imkânlarla çıkan onlarca dergi, rüşdünü kanıtlamış sanatçıların yer bulduğu çeşitli ulusal dergilerin alt yapısını oluşturuyor. Çıta atlamak isteyen sanatçılar kendi hedeflerini yükseltmek zorunda kalıyor. Bu da edebiyatımızın kalitesini olumlu yönde etkiliyor.

Yarpuz'a gelince... Her şeyden önce edebi niteliğe haiz, milli ve manevi değerlerimizle örtüşen her esere kucak açan bir dergidir. Öyle olmaya da devam edecektir.

Yarpuz'un on ikinci sayısında Yarpuz'un doğuşu ile ilgili şöyle bir yazı yazmıştım:

"Bazı telefonlar, hangi uyarı ziliyle çalarsa çalsın, kısır yaşam döngüsünde hareketliliğin habercisi gibi çalar. Öyle bir telefon çalmasıydı iki bin on sekiz yılının ilk günü. Ocak ayının en soğuk günleriydi, hatta Afşin’e en çok karın yağdığı yıllardan biriydi.

Telefonun öbür ucunda biraz boğuk bir ses… Sevgili kardeşim, diyordu; biz Afşin’e geliyoruz, şu an Göksun dolaylarındayız, eğer müsaitsen seninle de görüşmek isteriz.

Tayyib Atmaca’yla bin dokuz yüz doksanlı yıllardan yüz yüze değil ama gıyaben tanışıklığım vardı. Osmaniye’de Kırağı dergisini çıkarıyordu. Beğenisi kazanmışım ki Kırağı dergisinde bir şiirime de yer vermişti. Sonrasında Eskişehir’e gitmiş ve oradan Maraş’a geçmişti. Maraş’ta da boş durmuyor, altmış sayıyı bulan Hece Taşları dergisini çıkarıyordu.

Heyecan bastı tabii. Yasin Mortaş ile birlikte geliyorlardı. Dergilerden tanıyordum Yasin Mortaş’ı da. Fotoğrafla ilgilendiğini bilmiyordum o zamana kadar. Akşam namazından sonra Şadırvan Çay Evi’nde buluşacaktık. Daha başkaları da gelecekti: Haşim Kalender, Ali Başpınar (Çöteli Ali). Güzel bir tevafuk yaşandı. Rahmetli Nurettin Ertekin’le karşılaştık. O zamana kadar ismen biliyordum onu. Nurettin Ertekin de bize katıldı. Hoş sohbetlerin sıcak ortamı Şadırvan’ı o gün pek soğuk bulmuş olmalıyız ki daha tenha, daha huzurlu bir şekilde sanattan edebiyattan ve şiirden konuşabileceğimiz bir yer aradık. Kimin fikriydi bilmiyorum, Pir Ali Camii’nin kuzey cephesinde bodruma iner gibi bir çay ocağında hem fikir olundu. Sanırım daha önceleri bu mahalde yoğurt pazarı varmış. Evet, burası biraz daha tenhaydı. Pek oturan da yoktu çay ocağında. Çay, bizim için demlendi, sobaya birkaç parça odun bizim için atıldı. Sırayla şiirler okuduk. Tayyib Atmaca ve Yasin Mortaş, atışma tarzında dörtlükler okudu. Yasin Mortaş, şiiri okumuyor, adeta tüm dizeleri kalbine akıtıyordu. Haşim Kalender on dörtlü hece ile yazılmış bir şiir okudu. Çöteli Ali de –o küçük dev adam- en çok sevdiğim –Bambaşka – şiirini okudu: Nurettin Ertekin arada bir başını sallıyor, yaptığımız işin doğruluğundan bahsediyor, toplumu asla arka plana atamayız, diyordu. Tayyib Atmaca Afşin’de müthiş bir sanatsal potansiyel olduğunu ve bu insanların bir araya gelip birbirlerine şiirler okuması yönünde bizlere telkinlerde bulunuyordu.

Bir ara sohbet bireyselleşti. Tayyib Atmaca’ya günümüz dergilerinin atmosferinden, dergilerde çıkan şiirlerin kalitesinden, yazdıklarımıza kimsenin itibar etmemesinden yakındım. Sanırım epey sızlanmışım ki “Siz de kendi derginizi çıkarın.” dedi. “Adı da Yarpuz olsun.” Neden olmasındı. Hem yazar da şair de çoktu Afşin’de.

Sanırım bir buçuk saat kadar oturuldu. Çay ocağından çıktığımızda gökyüzü hâlâ soğuk pamuk eliyordu. Tayyib Atmaca ve Yasin Mortaş, Maraş yollarına düşmeden önce bir de dergi tutuşturdular elime: Yolcu dergisi. Haşim Kalender ve Çöteli Ali ile de vedalaştık.

Çok geçmedi, on gün, belki on beş gün. Arayan Tayyib Atmaca’ydı. Derginin görev taksimini de yapmıştı. Sahibi ve yazı işleri müdürü Halil Demir, danışma kurulu Haşim Kalender, Ahmet Süreyya Durna. Genel yayın yönetmeniliğine de beni düşünmüştü. Ahmet Süreyya Durna da Haşim Kalender de şiirde belli aşamaları katetmiş iyi kalemlerdi. Halil Demir; gazeteci, haberci olduğu için Afşin içinde ve dışında tanımadığı kimse yoktu. Derginin sesini duyurma anlamında en ideal kişiydi. Hızına yetişmek mümkün değildi. Arı gibi de çalışkandı.

Yarpuz’un ilk toplantısını ocak ayının yirmi altısında Ahmet Süreyya Durna, Haşim Kalender ve Halil Demir’le yaptık. İki ay sonraki toplantı biraz daha kalabalıklaştı. Tayyib Atmaca ve Yasin Mortaş da katıldı. Yarpuz, e-dergi olarak çıkacak, basılı yayım olarak da çoğaltılacaktı.

Sosyal medyanın iyi taraflarından da istifade ettik. İlk romanını beklediğimiz şair Mehmet Binboğa’yı Eskişehir’de bulduk. Afşin ile ilgili başarılı anı/öykülerindeki akıcı dil ve bu topraklara has ondaki lirizm Yarpuz’u kanatlandırdı. Eklektik çizgisi kendine münhasır şair Oğuz Kayıran da derginin şiir duvarına sağlam tuğlalar koydu.

Türkiye’nin dört bir yayından eser gönderen sanat ve edebiyat yarenleriyle, hikâyecilerle ve şiir dostlarıyla çoğaldıkça çoğaldık.

Sevgili hocam, okurun hep merak ettiği konudur. Şairler, hikâyeciler, romancılar eserlerini ortaya koyarken nasıl bir ortamda, hangi ruh haliyle çalışırlar? Tabii her şairin nefes alıp verdiği kendine has bir şiir atmosferi var, kendine has şiir dili var. İlker Gülbahar’ın şiirleri nasıl doğar, kâğıda nasıl dökülür, kelimelerini nasıl seçer?

Tarık Buğra vefat ettiğinde iki işaret parmağının ucu daktilo kullanmaktan neredeyse tamamen küt olmuştu. Orhan Kemal, sabahın dördünde başlarmış yazmaya. Orhan Pamuk, Kar adlı romanı yazmak için bir ay Kars'ta kalmıştı.

Yazmak, komplike bir yaşantı gerektiriyor da her şeyin aynı anda olmasını gerektirmiyor. Sait Faik'in Haritada Bir Nokta adlı öyküsündeki meşhur cümleyi bilirsiniz: "Yazmasam deli olacaktım." Yazma serüveninin özü bu hikâyede gizlidir. Bu, yalnızca Sait Faik için değil, tüm yazarlar, şairler için geçerlidir. Yaşamın her alanında - spiritüel, dinsel, toplumsal - karşılaştığımız iç huzursuzluk anlarının doğal sonucudur yazmak. Huzursuzluk, insanın düşünce dünyasında yaralara neden olur. Yara, ancak yazmakla sağalır. Yara ne zaman canımı yakarsa işte o zaman benim için yazmak kaçınılmazdır. Yazmak için zaman tayini yaptığım çok az olmuştur. Hayatın her anında şiir dizesi veya öykülere kesitler ararım. Bulduğum anda, unutmamak için bir yerlere not ederim. Bu genelde cep telefonum olur. Yakaladığım dize veya hikâyenin kesitini zihnimde günlerce evirir çeviririm. Yani yazacaklarımı önce kafamda bitiririm. Ne zaman ki olgunlaştı, işte o zaman onu yazıya dökerim. Olgunlaşan eser beni uyutmaz. Zaman, gecenin ikisi de olabilir, sabahın altısı da.

Sanatçının kişiliği/kimliği toplumun iyiliği, huzuru ve refahı üzerine kuruludur. İnsancıl düşüncelere sahip olmayan, hayvanlara zarar verelim diyen, doğanın katledilmesini savunan, insanı öldürmeyi amaç edinmiş bir sanatçıya rastlayamazsınız. Bununla birlikte sanatçı toplumda cereyan eden hiçbir olay veya duruma kayıtsız kalmaz/kalamaz. Bir şehit haberi, bir deprem veya salgın, hastalık felaketi nasıl etkilemesin ki şairi veya yazarı? 1999 depreminin vahametini, korkunçluğunu, sonuçlarını televizyondan duyduğum anda şu dizeleri yazmıştım: "gürültülü bir sessizlik / ayağa kalktı marmara'dan / ilerliyor kemikleri kıra kıra / parmak uçlarımın afrika'sına" Kelebek şiirimi de bir çocuk cinayeti haberini okuduğumda yazmıştım.

Şiirde sözcük seçimi, belki de şiirin ana damarı. Ana damarı sağlıklı olmayan bir şiirin uzun süre yaşaması çok zordur. Hece ölçüsünün piri Abdurrahim Karakoç bir şiirinde diyor ki: "Başımdan bir kova sevda döküldü / Islanmadım, üşümedim, yandım oy! / İplik iplik damarlarım söküldü. / Kurşun yemiş güvercine döndüm oy!" "Kova" sözcüğüne yoğunlaşalım. Estetik, söyleyiş, söyleyişteki ritim açısından belki de şiirde kullanılabilecek en son sözcüklerden biridir. Ama Usta, onu dörtlüğün/anlamın içine öyle bir sindirmiş öyle bir yedirmiş ki ne anlamı ne söyleyişi asla kulağımızı/zihnimizi tırmalamıyor. Bilakis insanı estetik cezbeye sürüklüyor.

Yahya Kemal'in “Rindlerin Ölümü” şiirinin "Ve serin serviler altında kalan kabrinde" dizesinde geçen  "serin" kelimesi için yıllarca düşündüğünü biliriz. Bunun anlamı şudur: Şiirde sözcük seçimi ciddi ve uzun uğraşlar gerektiren bir işçiliktir. Zaman zaman bir sözcük için şiirlerimi bekletirim. Doğru sözcüğü bulamazsam o şiiri asla gün yüzüne çıkarmam.

Bir edebi ifadenin şiir olabilmesi için hangi nitelikleri taşıyor olması gerekir?

Her şiir olarak kaşımıza çıkan söylem - eğer şiir olmuşsa - çağrışım, diyalektik, izleksel, söyleyici, derinlik, akış vs. her yönüyle bir bütünlük oluşturur. Bu özelliklere sahip yüzlerce, binlerce şiir var. Tabii hepsi kendi şiirsel bütünlüğü içinde. Bence şiirin en önde olması gereken başat özelliği "çağrışım" olmalıdır. Günümüzde maalesef ki manzumeleri, manzum hikâyeleri ve şiiri birbirine karıştırıyoruz. Şiir, bir şey anlatmaz; bir şey öğretmez. Şiir, çağrışım yaptırır. Söylenilmek istenileni dolaylamalarla, metaforlarla ifade edip olay veya olguların zihnimizde "asılı kalmasını" sağlayarak şiire ulaşabiliriz. Aksi takdirde ayakları yere basan söyleyişler şiir olarak düşünülmemelidir.

Şiirde derinlik, özgünlük ve kalıcılıktan giderek uzaklaşıyoruz. Bunun temelinde yatan sebepler nelerdir?

Birçok sebepten bahsedebiliriz. Sondan başlayayım. Dördüncüsü: Şiirin en önemli meşgale olarak görülmemesi. Şiirin, insanın kendisini rahatlatması/deşarj etmesi şeklinde algılanıp yazılmaya çalışılması, şiirdeki kaliteyi düşürüyor. Şair, şiir yazma işini birincil uğraş olarak görmüyor. Boş zamanını değerlendirecek bir hobi gibi değerlendiriyor.

Üçüncüsü: Sanata, sanatçıya, edebiyata, şiire verilen değerin azlığı. Şiir yazanları önemsememek, şiir yazmak genç işidir, yaklaşımlarında bulunmak tabii ki şairleri olumsuz etkiliyor. İltifat marifete tabiidir. Değer görmeyen şairler şiirlerinde yeterli yoğunlaşmayı sağlayamıyor. Bu da derinliksiz, özgün ve kalıcı olmayan, zayıf şiirlerin doğmasına neden oluyor.

İkincisi: Yetersiz emek. Bazı şiirler çok kısa sürede yazılabilir ama bazıları günlerce, aylarca tamamlanamaz. Şairi bu şiirle uğraşmaktan, emek vermekten vazgeçer; ya şiiri hamken yayımlar ya da siler atar.

Birincisi: Teknolojinin şairleri de sabırsızlaştırması. Sosyal medya sayesinde birçok imkâna ulaşan şairler kendilerini göstermek adına aceleci davranıp şiirleri bir şekilde paylaşmak/yayımlamak istemesi.

Sevgili hocam, bir edebiyat öğretmeni olarak her gün gençlerle iç içesiniz. Gençleri edebi çalışmalar noktasında nasıl görüyorsunuz? Ben gençlerin sevimsizce eleştirilmesine karşıyım. Eleştirilmesi gerekenler biz büyükleriz aslında. Gençlere hem okuma hem de yazma noktasında edebiyatı sevdirebilmek için pratik olarak yapabileceklerimiz nelerdir?

En çok sızlandığımız, yakındığımız durum. Toplum olarak az okuyan bir yapımız var. Muzdaripiz, eksiğiz, asla tam olamadığımız...

Kitap okumayan insanın hep kendini tekrar ettiğini, hep aynı sözcüklerle konuştuğunu, böyle insanların sıkıcı hale geldiklerini anlatabilmeliyiz gençlere. Kitapların içindeki dünyanın hakiki dünya olduğunu verebilmeliyiz. Anne, baba ve tabii ki öğretmenlerimiz sayesinde başarabiliriz.

Okullarda yapılabilecek şiir dinletilerinin en etkili yöntem olduğunu düşünüyorum. Serbest konulu - serbest konulu diyorum, çünkü ısmarlama olarak verilen tema ve konuyla oluşturulan eserler pek nitelikli olmuyor - şiir ve hikâye yarışmaları da gençlerin edebiyata olan ilgisini artırabilir. Gençleri, şair ve yazarlarla karşılaştırmak edebiyata olan ilgilerini artırabilir.

Gençlerin şiire ilgisini nasıl buluyorsunuz?

Şiiri seven gençlerimiz maalesef ki az. Günümüz gençliği daha bir maddeci. Bunda kimsenin kabahati yok. Küreselleşen, değişen dünya düzeni içinde insanlar da maalesef ki şartlara uyum sağlıyor. Gençler "Yaptığım işin bana ne getirisi var?" gibi yanlış bir algı içindeler. Yetişkin bir insanın özellikle de aşk şiiri yazmasını yadırgıyorlar. Ama umutsuz değilim. Az da olsa şiirin insanı bambaşka yerlere getirdiklerini görebiliyorlar.

Bizim her söyleşide misafirlerimize sorduğumuz değişmeyen klasik iki sorumuz var sevgili hocam. İşte ilk sorumuz: Siz, İlker Gülbahar ile söyleşi yapıyor olsaydınız ona soracağınız en can alıcı soru ne olurdu?

Kendi kendimle söyleşi yapsaydım şu soruyu mutlaka sorardım diye düşünüyorum: Eserlerinizi oluştururken sözcük seçimindeki tavrınız/duruşunuz -sözcüklerin Türkçe/Arapça/Farsça oluşları yönüyle nasıldır?

Şairler ve yazarlar dil işçileridir. Dil, onların omuzlarında yükselir. Bu yüzden dilimize tamamen yerleşmiş ve alternatifi olmayan sözcükleri ayrı tutuyorum, sözcüklerin Türkçesini kullanmaktan yanayım. Hangi dilden gelirse gelsin, giren sözcüklerin dilin gelişimini olumsuz etkilediğine inanıyorum. Sosyal, kültürel etkileşimde bulunduğumuz toplumların dillerinden etkilenmemek mümkün değil ama bunu en aza indirmek, Türkçe köklerden yeni sözcükler türetmek dilimizi zenginleştirecektir. Divan şairlerinin etkisiyle dilimize giren yüzlerce/binlerce sözcük var. Bu sözcükler dile elbette farklı boyut kazandırmıştır, hayal dünyamızı zenginleştirmiştir lâkin dilimizdeki Türkçe sözcük sayısının artmasını baltalamıştır. Divan şairleri divanlarını Türkçe sözcüklerden ödün vermeden oluştursalardı dilimiz şu anki bulunduğu noktadan çok çok daha iyi bir konumda bulunabilirdi.

Misafirlerimize sorduğumuz ikinci değişmeyen klasik soru şu: En çok sevdiğiniz şair ve onun en çok sevdiğiniz şiiri hangisidir? Sizi neden bu kadar kendisine celbeder?

Her şiir kendi anlayışı içinde değerlendirilmeli. Yani Divan şiirinin hayal dünyasına ve iç ahengine, İkinci Yeni'nin imgelerine, halk şiirinin duru söyleyişine hayran kalmamak mümkün değil? Bu yüzden beğendiğim şiir sayısını tek bir şiire indirmem çok zor benim için. Kızılırmak Kıyıları, Cebeci İstasyonu ve Sen, Sakarya, Ben Orhan Veli, Hancı, Göğe Bakma Durağı, Fuzuli'nin Beni candan usandırdı... Sessiz Gemi, Kerem Gibi, Celladıma Gülümserken ... , Ben Sana Mecburum, Sevgilerde, İdiller Gazeli, Sürgün Ülkeden, Doğunun Sevdaları, Kar, Han Duvarları, Otuz Beş Yaş...  şiirleri ilk aklıma gelenler. Liste sayfalar dolusu uzar gider.

İlker hocam, tekrar çok teşekkür ediyorum. Son olarak okurlarımıza iletmek istediğiniz bir mesajınız varsa, söyleşimizi onunla tamamlayalım isterseniz.

Sanatın birleştirici, kaynaştırıcı, sevgiyi arttırıcı, kötülükleri giderici, toplumsal hastalıkları tedavi edici yönü var. Bu duygularla Gergef Edebiyat Dergisi etrafında toplanmış dergi okuyucularını sevgi ve saygıyla selamlıyorum.

Röportajı gerçekleştirme fırsatı veren siz değerli hocam Recep ŞEN'e ve dergiyi sırtlayan tüm yürek dostlarına sonsuz şükranla...

SÖYLEŞİ: Recep ŞEN