DENEMELER
DENEMELER
avatar
07 Kasım, 2021
948 gösterim

HECENİN HANIMEFENDİ ŞAİRİ: İHSAN RAİF HANIM / Mustafa Erhan AK

 

                                                               “Gözyaşlarım kadar sizi severim,

                                                                        Hürmetime şahit olsun eserim.”[1]

İhsan Raif Hanım

 

Nişantaşı’nda bir Taş Konak…

Uçarı gönüllerin coştuğu hayal ülkesi…

Aynı gök kubbe altında bir başka semâ…

Şiirin, musikinin ve sanatın membaı olmuş ayrı bir mahfil…

Ve bu mahfilde gönlü harap hanımefendi bir şair: İhsan Raif Hanım.

Yazar ve şair profilinin sayı bakımından ana omurgasını erkek sanatçıların oluşturduğu edebiyat tarihimizde döneminin koşullarına inat gerek hayatı gerekse edebi kimliğiyle kendisine haklı bir şöhret bulmuş müstesna bir isimdir İhsan Raif Hanım. Müstesnadır çünkü her ne kadar şairin ismi; bugün kulaklara aşina gelmese de kaleminden çıkan, her dinlendiğinde ruhumuzun en ücra köşelerine nüfuz eden,  çeşitli zamanlarda bir dizi veya filmin herhangi bir sahnesinde karşılaştığımız “Kimseye Etmem Şikâyet” adlı o eşsiz bestenin yazarıdır İhsan Raif Hanım. Günümüzde çoğu kimse tarafından beğeniyle dinlenildiği hesaba katılacak olursa – ki ünlü yazar Sevinç Çokum “İskele Gazinosu”[2] adlı eserinde gençlerin dilinden bu şarkıyı duymuş olmanın sevincini ifade eder-  aslında İhsan Raif Hanım’ı birçoğumuzun farkında olmadan tanıdığını söylemek hiç de yanlış olmaz kanaatindeyim. Şaire ait bu güfte, bir şarkıdan ziyade kısa yaşamına raf ömrünü kestiremediği uzun acılar sığdıran İhsan Raif Hanım’ın yürek burkan hikâyesi, karanlık istikbalin ön sözü, notalara dökülmüş koca bir dramdır.

İstikbale Düşen Gölge…

49 yıllık ömründe mutlu geçen anları bir elin parmaklarıyla sınırlı kalan İhsan Raif Hanım,  II. Abdülhamit iktidarının devlet adamlarından Köse Mehmet Raif Paşanın kızı olarak 1877 yılında Beyrut’ta ilme, sanata çok değer veren bir aile ikliminde açar dünyaya gözlerini. Kendisini “İlk göz ağrım”[3]  diyerek seven merhametli bir anne ve çocuklarını kültürlü bir birey yetiştirme adına padişah sarayındaki şehzadelere denk bir eğitim aldırma hevesinde bir baba… Bu anlayışının bir neticesi olarak Köse Mehmet Raif Paşa, oğullarını eğitim için Avrupa’ya yollarken kızlarının eğitimini de ihmal etmeyip onlara özel hocalardan dil, edebiyat ve musiki dersleri aldırır. Babasının mutasarrıf olarak çeşitli yerlerde görev alması nedeniyle küçük yaşlarda birçok yer gezer.  Dört yaşında İstanbul’a gelen İhsan Raif Hanım’ın zamanı,  bundan böyle dönemin ahşap evlerinin aksine taştan inşa edildiği için ismi Taş Konak olarak anılan ve çok katlı olmasından ötürü de çevredekiler tarafından bir apartman olarak nitelenen Taş Konak’ta geçer. Ailesiyle unutamayacağı zamanlar geçiren ve oldukça da mutlu olan İhsan Raif,  13 yaşındayken mutluluğuna ve istikbaline gölge düşüren talihsiz bir olayla karşılaşır: Bir gün konağın beşinci katındaki oyun odasında kardeşi Belkıs ile oynarken, gürültüyle ansızın odanın kapısı açılır, içeriye hayatında daha önce hiç görmediği ve kendisinden yaşça büyük bir adam girer. İhsan Raif’i kardeşinin gözü önünde kaçırmaya kalkışan bu adam, çocukların çığlık atmaları üzerine İhsan Raif’i kaçıramadan panik içerisinde konağı terk eder. Kim olduğu, ne istediği sonradan anlaşılan bu adamın Reji Memuru Mehmet Ali Bey olduğu, amacının ise İhsan Raif’i kaçırarak evlenmeye mecbur etmek, bu sayede ailenin hem maddi imkânlarından hem de itibarından yararlanmak olduğu anlaşılır. Bu böyle anlaşılır anlaşılmasına ama durum hiç de beklenildiği gibi sonuçlanmaz. Konakta çalışan iki Arap bacıyı kandırarak elini kolunu sallayarak konağa giren bu düzenbaz adam,  emeline çok geçmeden ulaşır. Çünkü olayın faturası hiçbir günahı olmayan İhsan Raif Hanım’a kesilir. Kapısında onca uşak, kalfa varken bu adamın kimseye görünmeden konağın içerisine hatta oyun oynadıkları odaya girmesinin içeriden yardım almadan asla mümkün olamayacağını izaha çalışan İhsan Raif’in anlattıkları, babasını ikna etmeye yeterli olmaz. Hadiseye bir namus meselesi cihetinden bakan Köse Mehmet Raif Paşa, adı kirlendi gerekçesiyle 13 yaşındaki kızını onu kaçırmaya kalkan adamla evlendirmeye karar verir. Ne ev halkının onca itirazı ne de günlerce gözyaşı döken kızının yalvarmaları bir sonuç verir. Karar artık kesinleşmiştir ve bu karar karşısında İhsan Raif Hanım’ın harap olan gönlünden taşanlar anılarında bakın nasıl yer bulur:

“Babamın terazisinin şaştığını hiç görmemiştim. Onu Hazret-i Ömer adaletinin timsali bilirdim. Benim istikbalimi tartarken adil olmadı o terazi. Mehmet Ali’yle nikâhlanmaktan başka çıkar yolum kalmadı. Günlerce gözyaşı döktüm, haftalarca yalvardım. “Babacığım, masumum, bana kıyma, derslerimi tamamlayayım, yaşım küçük, beni yakma!” diye dizlerine kapandım. “Beni sevdiğim biriyle evlendir, telli duvaklı gelin et…” dedim. Dinlemedi.”[4]

Evet, dinlememişti ne yazık ki Köse Raif Paşa masum kızını. Bütün bunlar yetmezmiş gibi bir de İhsan Raif’i, gözbebeği İstanbul’dan,  hatıralarıyla büyüdüğü ve o çok sevdiği Taş Konak’tan İzmir’e sürgün eder.

Ve Sonrası… 

Şairin sevmediği bir adamın eşi olarak sürgün edilişi, kaybolan ve bir daha geri gelmeyecek olan çocukluğu, baktıkça bir suçlu gibi titrediği istikbali ruhunda tamiri mümkün olmayacak bir yara açar ve bir sonbahar günü, ümitleri gibi düşen, rüzgârda savrulan yapraklara bakarak içini şöyle döker kağıda:

Kimseye etmem şikâyet, ağlarım ben halime
Titrerim mücrim gibi baktıkça istikbalime
Perde-i zulmet çekilmiş, korkarım ikbalime
Titrerim mücrim gibi baktıkça istikbalime[5]

İhsan Raif Hanım,  çaresizce gittiği İzmir’de  İstanbul’u çok özler ama babasından izin çıkmadığı sürece dönemez. Kendisini buraya alıştırmaya çalışır. Mademki evlendi ve mademki artık bir yuvası, çocukları var o halde yuvasını benimseyecek, çocuklarının mutluluğu için de elinden gelen her şeyi yapacaktır İhsan Raif Hanım. Aradan geçen onca zamana rağmen durum hiç de beklediği gibi olmaz ne yazık ki. Mehmet Ali’nin çapkınlıkları, eve gelmeyişi, içkisi derken üstüne bir de evli olduğunun ortaya çıkışı gibi hadiseler İhsan Raif Hanım’ın zoraki izdivacının asude cennetini bir cehennem gayyasına çevirecek, gencecik kalbinde yaşattığı hevesleri bir bir kıracak ve aşk beklentileri de hüsrana boğulacaktır. Artık bir işkenceden farksız olan bu birliktelik, ruhen yaralı bir eşin mısralarda haykırışına dönüşür:

“Bana çok karalar sürdün, çıldırdın iftiharından;

Korkmaz mısın behey zalim mazlumun inkisarından?

Sabreyle Ali, bir gün olup mat olacaksın;

Ölsen dahi sen lanet ile yad olacaksın.”[6]

İlk Aşk ve Son Demler…

Aradan on dört yıl geçer ve yaşadıklarından haberdar olan babasından da izin çıkınca bu zoraki izdivaca nihayetinde son verir İhsan Raif. Son verir vermesine fakat bu sefer de yine babasının isteği ve önerdiği biri ile bir izdivaç daha yapar çaresiz. Bu izdivacı da kısa sürer çünkü evlendiği ikinci eşinin bulaşıcı bir hastalığı olduğu ve bunun da İhsan Raif’e bulaşabileceği endişesiyle bu izdivaca da son verilir. İkinci eşinden de boşandıktan sonra nihayetinde onu mutlu edecek ve âşık bir kadın olarak gerçek bir evliliği üçüncü eşi Şahabettin Süleyman ile yapar. Şahabettin Süleyman ile tanışması ve aralarında başlayan ilişki de oldukça muazzamdır. Ünlü romancı Yakup Kadri, çiftin bu ilişkisini bakın nasıl tasvir ediyor:

“Beyoğlu’nun sefahat âlemleriyle Babıâli mahallesinin basın bohemi içinde kendini derbederliğe vermiş Şahabettin Süleyman o konak ve yalı Hanımefendisine nasıl ve hangi yollardan yanaşabilmişti? Bunu, Rübab dergisinde İhsan Raif imzalı şiirlerin daima Şahabettin Süleyman imzasını taşıyan yazıların tam orta yerine alınışlarından anlayabilirdik. O şiirlerle bu yazılar Rübab dergisinin sayfalarında âdeta sarmaş dolaş olmuş gibiydiler. Bu sembolik birleşmeyi, daha sonra her ikisi arasındaki mektuplaşmalar gerçek bir kavuşma haline sokacak ve Şişli’de İhsan Hanım’ın özenle dayayıp döşediği apartmanında bir evlenme ile sona erecekti.”[7]

Hayatının en mutlu günlerini yaşayan İhsan Raif Hanım’ın bu mutlu günleri de ilerleyen yıllarda bir Avrupa seyahatinde İspanyol gribine yakalan eşinin rahatsızlanıp birkaç gün içinde vefatıyla bir hüzne dönüşecektir.  Şair daha sonraları dördüncü ve son evliliğini de Şahabettin Süleyman ile Avrupa’da bulunduğu yıllarda tanıdığı ve eşinin ölümünden sonra sıkıntılı zamanlarında sürekli yardımını gördüğü, eşinin ölümünden sonra kendisini yalnız bırakmayan Bell adlı biriyle yapar.  İhsan Raif Hanım’a aşkını itiraf ederek onunla evlenen Bell, Müslüman olup adını Hüsrev olarak değiştirir. Evliliklerinin ilerleyen yıllarında İhsan Raif Hanım’ın rahatsızlanması üzerine eşi Bell, onu tedavi için Paris’e götürür fakat şair 1926 yılında geçirdiği bir apandisit ameliyatı esnasında vefat eder. Şairin vefatı yurtta büyük bir yankı uyandırır ve bu vefat haberi birçok dergi ve gazeteden halka duyurulur. Cenazesi memlekete getirilen İhsan Raif Hanım Rumelihisarı Kabristanlığına defnedilir.

Sanatla Teselli Bulan Ömür…

“Neşeli, nüktedan, nüktedan olduğu kadar aynı zamanda terbiyeli, zarafeti ile göz dolduran, güzel ve hassas ruhlu bir şair”[8] olan İhsan Raif Hanım’ın edebiyat dünyasında tanınmaya başlaması, Meşrutiyet Dönemi’nin önde gelen ve Eylül adlı ilk psikolojik romanın yazarı Mehmet Rauf’un kadınlara mahsus çıkardığı Mehasin (1908) adlı dergide yayımladığı şiirleriyle olur. Aslında şairin ilk edebi yazısı Servet-i Fünûn dergisinde çıkmıştır fakat İhsan Raif Hanım,  ruhunda derin yaralar açan, istikbaline gölge düşüren o talihsiz hadise sonrası sevmediği bir adamla evlendirilip bir de apar topar İstanbul’dan İzmir’e sürgün edilince ne yazısının çıktığını görebilir ne de eserinin yayımlanmış olmasının sevincini yaşayabilir.

İzmir’e gittiğinde çocukluk arkadaşının yollamış olduğu dergilerden hareketle öğrenir yazısının dergide çıktığını. O dönemlerde “Feylosof” lakabıyla anılan ve hece ile âşık tarzında şiirler yazan Rıza Tevfik[9]’ten Taş Konak’ta özel dersler alarak edebi birikimini ilerleten İhsan Raif, sanat yaşamı süresince hocasının belirgin tesiri altında kalarak heceyi kullanır ve onun hecede durakları değiştiren, modernleştiren üslubundan etkilenerek âşık tarzında modern şiirler”[10] kaleme alır. Şairin edebi faaliyetlerinin yoğun olarak ortaya çıktığı zamanlardan biri ise Rübab dergisinde yazdığı ve Şahabettin Süleyman ile evlendikten sonraki yıllarıdır. Çiftin evlendikten sonra yaşadığı Nişantaşı’ndaki Taş Konak,  “Ahmet Haşim, Tahsin Nahit, Yakup Kadri, Yahya Kemal, Ruşen Eşref, Fazıl Ahmet, Halit Fahri”[11] gibi dönemin otorite isimlerinin de katılım sağladığı ayrı bir edebi mahfil haline gelir. Bu toplantılar ve yazdığı şiirler vasıtasıyla edebiyat dünyasında her geçen gün yerini daha da sağlamlaştıran İhsan Raif Hanım, dönemin önde gelen şair ve yazarlarının iltifatlarına mazhar olur. Özellikle de dönemin önemli ismi Ahmet Haşim  "Benim anladığım hece vezni ile milli şiiri iki kişi yazmıştır: Rıza Tevfik ve İhsan Raif Hanım"[12] diyerek onun başarısını tasdik eder. Ahmet Haşim’in bu sözünden yola çıkarak bir hatırlatma yapalım. Hazırlamış olduğu antolojide kadın şairler içerisinde en lirik olarak İhsan Raif’i gören ve şiirlerine yer veren Kenan Akyüz de “Batı Şiiri Tesirinde Türk Şiiri Antolojisi”[13] adlı eserinde İhsan Raif Hanım’ın Türk edebiyatında hece ölçüsünü kullanan ilk kadın şair olduğunu ifade eder. Mehasin ve Rübab dergilerinde yayımladığı 50 şiirini  “Gözyaşları” adı altında bir araya getiren İhsan Raif Hanım, burada yer alan şiirlerini de  “Feryatlar, Yeisler, Garip Demler, Sevdalar”[14] adıyla dört başlık altında toplar. Şair, kitabına aldığı şiirlerinde özellikle millî konuların yanı sıra, sosyal eşitsizlikler,  melankolik duygular, aşk ve tabiat konularını işler. Ferdiyetçi bir anlayışla işlediği şiirlerinden birine örnek olarak, şairin İsviçre’de İspanyol gribine yakalanarak iki üç gün içinde hayata gözlerini yuman eşi için yazdığı “Söyletme” adını taşıyan şiiri, ferdi duyguları en yoğun ve lirik bir şekilde yansıttığı şiirlerinden biridir:

“Söyletme beni derdim büyüktür.

Ümidim, gönlüm çoktan sönüktür.

Hayatım bana bir koca yüktür.

Gönül bağında baykuşlar öter.

Aşk rüya imiş gördüm, uyandım;

Muhabbet baki kalacak sandım;

Beyhude yere ateşe yandım;

Bu acı bana ölümden beter. “[15]

Okuduklarından kendisine hisse çıkaran ve çıkardığı bu hisseleri okurunu bilgilendirmek adına Tanzimat Dönemi’nin ünlü romancısı Ahmet Mithat Efendi misali şiirlerine yansıtan İhsan Raif Hanım, birçok şiirinde bu hususu dikkate almıştır.  Gözyaşları adlı şiir kitabındaki “Uyan” adlı şiiri bunun en güzel örneklerinden biridir. Söz konusu bu şiir aynı zamanda onun vatansever bir şair olduğunu göstermesi bakımından da ayrıca önem taşımaktadır:

“Uyan oğul, uyan, düşman uyanık;

Yurdumuzun tecellisi bulanık.

Uyan oğul, kimsecikten fayda yok;

Yüze gülen, dost görünen düşman çok.”[16]

Şairin şiirlerinde dikkati çeken ve üzerinde hassasiyetle durduğu önemli bir diğer konu da milliyetçilik fikridir. Milli edebiyat anlayışını benimseyen İhsan Raif Hanım,  milli konuları romantik bir duyuş tarzıyla “vatan sevgisi, kahramanlık, milli bilinç, bayrak sevgisi, şehitlik mertebesi, turan ülküsü, tarih şuuru, manevi inanç”[17] gibi kavramların ekseninde işler. Şairin “Feryad-ı Vicdan” şiiri milli hassasiyetini ifade eden önemli şiirlerinden biridir:

“Ey kahraman Türk evladı, ey Müslüman kardeşler!

İslamlara karşı bugün bileniyor hep dişler.

Yetişir bu ataletle, meskenetle gidişler,

Top sesleri gürlemeli saçılmalı ateşler

Yoksa â’da süngüleri cangâhımıza işler.

Zalim, hunhar canavarlar sarmış bütün vatanı

Özünüz bir volkan olup yakmalıdır düşmanı.

Kahramanlık, fedakârlık günleridir kalkınız,

Sultan Murad meşhedine at bağlanmış bakınız.”[18]

Zaman zaman Arapça ve Farsça kelimeleri kullanmış olsa da sonraları sade bir dille eser kaleme alan İhsan Raif Hanım’ın milli meselelere hassasiyeti o derece ön plandadır ki savaş yıllarında onun kadınlardan oluşan cemiyetlerde topluma bir bilinç kazandırmak için hamasi şiirler okuması, Millet Tiyatrosu’nda orduya destek için müsamere tertip etmesi, bugün Kızılay olarak bildiğimiz “Hilal-i Ahmer”[19] de gönüllü hemşirelik yapması vatan sevdalısı hisli bir yüreğin tezahürleridir adeta.

Yazımıza son noktayı koyarken İhsan Raif Hanım ile ilgili kaleme aldığımız bu yazının vatansever şairin yaşamına yalnızca bir kapı araladığını, kapıdan içeri girmenin Mehmet Öklü’nün “Kimseye Etmem Şikâyet” adlı eseriyle mümkün olduğunu hatırlatalım. Okumanızı tavsiye ettiğimiz bu eserde kısa bir yaşamın en uzun hikâyesine tanık olacaksınız. Belki de daha fazlasına…


[1] Cemil Öztürk,  İhsan Raif Hanım; Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi, İstanbul 2002, s.169.

[2] Sevinç  Çokum, İskele Gazinosu; Kapı Yayınları, İstanbul 2018, s. 121.

[4] Mehmet Öklü,  Kimseye Etmem Şikâyet; Doğan Kitap,  İstanbul 2013, s.33.

[5] Mehmet Öklü,  Kimseye Etmem Şikâyet; Doğan Kitap,  İstanbul 2013, s.39.

[6] Cemil Öztürk,  İhsan Raif Hanım; Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi, İstanbul 2002, s.213.

[7] Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Gençlik ve Edebiyat Hatıraları; Bilgi Yayınevi, Ankara 1969, s.51.

[8] Ahmet Semih Mümtaz, “Evvel Zaman İçinde: Şair İhsan Hanım”;  Akşam,  5.5.1947.

[9]  Hüveyla  Coşkuntürk, İhsan Raif Hanım; Kültür ve Turizm Bakanlığı,  Ankara 1987, s.20.

[10] Dilek Çetindaş, İhsan Raif Hanım; maddesi http://teis.yesevi.edu.tr/maddedetay/ihsan-raif  

[11] Cemil Öztürk,  İhsan Raif Hanım; Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi, İstanbul 2002, s.XX.

[12] Cemil Öztürk,  İhsan Raif Hanım; Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi, İstanbul 2002, s.XXXIII.

[13] Batı Şiiri Tesirinde Türk Şiiri Antolojisi; İnkılap Yayınları, Ankara 2017, s.589.

[14] Cemil Öztürk,  İhsan Raif Hanım; Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi, İstanbul 2002, s.10.

[15] Cemil Öztürk,  İhsan Raif Hanım; Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi, İstanbul 2002, s.76.

[16] Cemil Öztürk,  İhsan Raif Hanım; Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi, İstanbul 2002, s.36.

[17] Satiye Baykuş, İhsan Raif Hanım’ın Şiirlerinde Milli Romantik Duyuş Tarzı; Yüksek Lisans Tezi, Amasya Üniversitesi 2020, s.36-86

[18] Cemil Öztürk,  İhsan Raif Hanım; Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi, İstanbul 2002, s.19.

[19] Hüveyla  Coşkuntürk, İhsan Raif Hanım. Kültür ve Turizm Bakanlığı,  Ankara 1987, s.37.