HİKÂYELER
HİKÂYELER
avatar
15 Haziran, 2021
869 gösterim

KAMYONCU ŞEREF (Öykü) /Erhan ÇAMURCU

- Unutamadığı bir yolculuk hikâyesi olan var mı?

Amfide derin bir sessizlik… Kürsüdeki gözlüklü hoca, kendinden emin bir şekilde karşısındaki şaşkın öğrenci grubunu seyrederken biz bütün öğrenciler edebiyatla yolculuğun ne gibi bir ilişkisi olabileceğini düşünüyorduk ki hoca tekrar sordu;

- Evet, gençler, yok mu unutulmaz bir yolculuk yaşayan?

Sorunun ikinci kez tekrarlanmasıyla birlikte bizdeki gerginlik de iyice arttı. Bütün amfi gerginliği bitirecek bir gönüllü beklerken ön sıralardan bir öğrenci cesaretini toplayıp söz istedi:

- Hocam, affedersiniz ama biz edebiyat fakültesindeyiz; yolculuğun edebiyatla ne ilgisi var, anlayamadık.

Hoca, edebiyat fakültesinin bu yeni öğrencileriyle ilk derse giriş yapmak için aradığı öğrenciyi bulmuş gibi bekletmeden sordu:

- Peki, neyle ilgisi vardır edebiyatın?

İlk soruyu sorma cesaretini gösteren öğrenci, edebiyat fakültesine tesadüfen gelmediğini de göstermek istercesine şevkle cevapladı:

- Edebiyatın şiirle, öyküyle, romanla; şairlerle ve yazarlarla ilgisi olur.

Hoca, daha da keyiflendi ve esas soruyu sordu:

- Peki, nedir şiir ya da hikâye; kimdir yazar ya da şair?

Heyecanlı öğrenci, hocanın bu sorusuyla beraber bir terslik olduğunu anlamış gibi cevap vermek yerine hocanın devam etmesini bekledi. Bunun üzerine hoca bütün amfiyi bir süre süzdükten sonra bölümün bu yeni öğrencilerine unutamayacakları ilk derslerini vermeye başladı:

- Bakın gençler; edebiyat, insanı insana insanca anlatma gayretidir. Derdi insan olmayan anlatılar edebi bir metin olarak kalıcı olamazlar. İster şiir, isterse öykü ya da roman olsun insana yaslanmayan bir metin ne kalıcı bir estetik zevk verebilir ne de edebiyat tarihi içinde kalıcı olabilir. İyi bir edebiyatçının her şeyden önce iyi bir gözlemci olarak hayatın bizzat içinde yer alması gerekir. Hayatın bizzat kendisi şiirdir; her insan eşsiz bir öykü kahramanı, her aile muazzam bir roman zeminidir. Orhan Kemal’in “Ekmek Kavgası”, Sabahattin Ali’nin “Değirmen”, Sait Faik’in “Alemdağ’da Var Bir Yılan” adlı hikâyeleri buram buram insan kokar. Bu yazarlar, iyi bir hikâyenin kitaplardan ziyade sokaklardan okunacağını kavramış ve sokaktan okuduklarını kitaplarına yazmışlardır. Gelelim sorduğum soruya: “Unutamadığı bir yolculuk hikâyesi olan var mı?” diye sordum size çünkü insanı tanımanın en iyi yollarından biridir yolculuk. Otobüs yolculuklarının büyülü bir tarafı vardır. Bir şehirden bir başka şehre giderken birkaç saatliğine yan yana oturduğunuz insana hayatınızın en büyük sırlarını iştahla anlatabilirsiniz. Dinlenme tesislerine uğrayan otobüsleri dikkatle izlerseniz eşini bir sefaletin kucağına emanet bırakıp karın tokluğuna gurbete giden bir delikanlıyı, köyünden ilk defa çıkmış bir üniversite öğrencisini, evlatlarının peşi sıra sürüklenen zavallı ihtiyarları, gençliğini ve güzelliğini gururla sergileyebileceği büyük şehre kaçan köylü kızını ve bütün bu insanların yüreklerindeki derin yarayı okuyabilirsiniz. Hele yolunuz kamyoncu lokantalarından birine düşmeyegörsün. Ne renkli insan hikâyeleriyle karşılaşırsınız orda!

Bir süre sessiz kalan hoca bütün amfinin pür dikkat kendini dinlediğinden emin olduğunda konuşmaya devam etti:

- Birkaç yıl önce yine bir otobüs yolculuğunda yanımda oturan bir doktorun anlattığı hikâye, bugüne dek okuduğum pek çok öyküden daha canlı ve daha güzel gelmişti bana. Bugün bile aynı canlılığıyla zihnimden okuyabiliyorum hikâyeyi:

Üniversiteyi Van’da okudum. Samsun’dan Van’a on dokuz saat otobüs yolculuğu yaptım beş yıl boyunca. Neredeyse bir gün, bir otobüsün içinde, onca şehirden geçerek onlarca insanla karşılaşarak yolculuk yapınca coğrafyanın insan üzerindeki acımasız etkisini tanıyor insan. Unutamadığım pek çok yolculuk yaptım ama bunların en etkileyicisi bir kamyon yolculuğu oldu. Üniversite ikinci sınıftaydım, aralık ayının ilk haftasındaydık. Babamın rahatsızlandığını, acilen Samsun’a gelmem gerektiğini söylediklerinde hemen otogara koştum. Samsun otobüsü kalkalı iki saat olmuş, ertesi güne kadar da başka araba yok ama eğer istersem Trabzon’a kadar gidebileceğimi, oradan da gece Samsun’a aktarma yapabileceğimi söylediler. Hiç düşünmeden bindim Trabzon otobüsüne. Ağrı’da mola verdik. Yolcular lokantaya girerken ben otobüslerin arasında dolaşmaya başladım. Hazırlıksız çıkmıştım evden, kimseden para isteyecek zamanım yoktu. Cebimdeki para beni eve götürmeye ancak yetiyordu. Belki bir iki bardak çay içebilir, bir iki kez tuvalete girebilirdim o kadar ama çay hakkımı Trabzon’a saklıyordum. Yola çıktığımızda hafif hafif yağan kar şiddetini artırmaya başladı. O sırada tesise bir kamyon yanaştı. Plakasına baktım, Samsun plakaydı. Kilometrelerce uzakta kendi şehrime ait bir plaka görmek bir anda bütün kaygılarımdan kurtulmamı sağladı. O an kendimi evime ulaşmış gibi huzurlu hissettim. Şoförün kamyonu park edip aşağı inmesini bekledim. Doğruca yanına koştum. Adamcağız aşağı iner inmez, ağzım kulaklarıma varmış bir vaziyette beni karşısında görünce şaşırdı:

- Hayırdır delikanlı, bir şey mi oldu?

- Abi, Samsunlu musun?

Adam, önce anlamamış gibi şaşkın şaşkın yüzüme baktı. Ardından benim heyecanımı fark edince tebessüm ederek cevap verdi:

- Ha, sen plakadan dolayı soruyorsun! Ben Samsunlu değilim ama kamyon Samsunlu.

- Abi, Samsun’a gidiyorsan beni de alır mısın? Babam rahatsızlanmış, acilen Samsun’a gitmem lazım ama Trabzon otobüsüne bilet bulabildim, oradan aktarma yapmam gerekecek ama gece o saatte aktarma bulabilir miyim bilmiyorum.

İlk defa gördüğüm adamla sırf Samsun plakalı bir kamyon kullanıyor diye güçlü bir ünsiyet kurdum. “Eskici” hikâyesindeki küçük Hasan geldi o an aklıma. Ağlamamak için zor tutuyordum kendimi. Şoför beni baştan aşağı süzmeye başladığında bu ünsiyetin biraz tehlikeli olduğunu düşünmeye başladım. Adam benim endişelendiğimi anlamış olacak; tebessüm ederek konuştu:

- Hele bir sakin ol delikanlı, şurada iki lokma yemek yiyelim, sonrasına bakarız. Bana da yol arkadaşı lazım, arkadaşsız pek bir çekilmez oluyor bu yollar. Hem bak, hava bindirdi iyice; dua edelim de yol kapanmasın.

Lokantaya geçtik. Otobüsten çantamı da aldım, artık yolculuğumun geri kalanı Kamyoncu Şeref Abi’nin keyfine bağlıydı. Şeref Abi’ninse acele etmeye hiç niyeti yok gibiydi. Benim tedirgin olmaya başladığımı fark edince:

- Sakin ol delikanlı, yol dediğin kararınca gidilir. Mühim olan acele gitmek değil, doğru gitmektir. Az önce karayollarının iş makineleri geçti; onlar biraz ilerlesin, biz de çıkarız. Hem yolumuz uzun, iyice dinlenelim.

Şeref Abi her konuştuğunda içim daha bir huzurla doluyordu. Çayından son bir yudum daha aldı:

- Akşam namazını kılayım, ondan sonra çıkalım delikanlı; sen bir çay daha iç istersen.

- Teşekkür ederim abi, ben de kılayım seninle; az beklersen hemen abdest alırım.

Akşam namazının ardından hem babam için dua ettim hem de yolların kapanmaması için.

Bismillah deyip çıktık yola. Kar iyice bastırsa da karayollarının çalışması işe yaramış. Erzurum’a kadar rahat geldik. Erzurum’da yol kenarında bir benzin istasyonuna uğradık. Bana kalsa Samsun’a kadar hiç durmadan gitmek istiyordum. Merakımı anlayan Şeref Abi yine tebessüm ederek konuştu:

- Şurada yatsıyı kılalım. Kop Geçidi’nin durumunu da bir soralım bakalım.

- Nasıl yani, ne olacak ki Kop’ta?

- Buralara bu kadar yağıyorsa Kop’u aşmamız zor delikanlı.

- Aman abi, benim yetişmem lazım, babam hastalanmış…

- Hele bir sakin ol delikanlı. Yol izin vermezse yolcu rıza gösterir. Yolla inatlaşmanın sonu pek hayırlı olmaz.

Çaresiz boyun büktüm. Yatsı namazlarını kıldık. Şeref Abi, birkaç kişiyle konuştu. Biraz sonra yanıma geldi:

- Birkaç saattir Bayburt tarafından gelen yokmuş. Söylediklerine göre ileride bir kontrol noktası varmış, zincirsiz kimseyi salmıyormuş jandarma.

- Ne yapacağız peki?

- Yatalım arabada, sabaha yol da açılır, rahatça gideriz.

O sırada telefonum çaldı. Baktım, abim arıyor: Babam iyice ağırlaşmış, sabaha yetişebilir miyim diye soruyor. Şeref Abi, abimin sesini duymuş; omzuma dokundu:

- Ben zincirleri takayım, devam edelim yola.

Eksi kırk dereceyi gördüm o gece. Geçide yaklaştıkça kenarlardaki araçlar sıklaşmaya başladı. Kimisi kayarak yoldan çıkmış, kimisi devrilmiş, kimisi kara saplanmış araçlar moralimizi bozsa da biz devam ediyorduk. Sabit hızla giderken sorun yaşamıyorduk ama önümüze bir araç çıkıp hızımızı kestiğinde kamyonu toparlamak zor oluyordu. Güç bela geçidin zirvesine ulaştığımızda derin bir nefes aldık. Ben, işin zor kısmı bitti diye sevinirken Şeref Abi sevincimi yarıda kesti:

- Esas işimiz şimdi başlıyor delikanlı!

Saat on ikiyi geçmişti. Bir ara gözlerim kapanır gibi oldu. Büyük bir gürültüyle uyandım. Baktım, Şeref Abi de afallamış.

- Ne oldu abi?

- Kaydık, yoldan çıktık.

Aşağı indik. Etrafta kamyonun farlarından başka ışık yok. Kamyon kaymış, tekerlek yolun kenarındaki büyükçe bir çukura saplanmış. Buzlanmadan dolayı da tekerlek patinaj yapıyor. Yardım isteyebileceğimiz kimseler de geçmiyor. O soğukta bir süre daha çözüm bulamazsak çaresiz geceyi kamyonda geçirip sabah birilerinin yardıma gelmesini bekleyecektik. Ben, bütün olanların suçlusu olduğum için biraz da mahcup bir şekilde konuşmak isterken Şeref Abi tekerleğin etrafını iyice kontrol edip hiç tereddüt etmeden kamyonun kasasına doğru gitti, bir süre sonra elinde bir kürekle geri döndü. Çukurun etrafındaki karları temizledi, alttaki buz katmanını küreğin keskin tarafıyla mümkün olduğunca kırıp tekeri olabildiğince açığa çıkardı. Kasadaki yedek zincirlerden birini tekerleğin önüne yerleştirip direksiyona geçti. Bir iki dikkatli manevradan sonra tekerleği çukurdan çıkardı. Zinciri toplayıp kürekle birlikte kasaya yerleştirdi. Yüzüme gülümseyerek baktığında ne kadar yorulduğunu görebiliyordum. Kendi derdim yüzünden adamı o kış kıyamette ne hale sokmuştum! Özür dilemek için bir şeyler söylemeye çalıştım ama Şeref Abi sözümü kesti:

-Önemli değil delikanlı, sana söz verdik bir kere. Allah’ın izniyle bu gece bu yolu gideceğiz.

Bayburt’a indiğimizde saat ikiye geliyordu. Şeref Abi, benzin istasyonuna girerken;

- Şuradan mazot alalım, yüzümüze bir su çalalım, sonra devam ederiz.

Kamyondan iner inmez lavaboya koştum. Döndüğümde Şeref Abi birkaç kişiyle sohbet ediyordu. Yaklaştım, dinlemeye başladım:

- Çıkamazsınız mı diyorsunuz şimdi Zigana’yı?

- Valla birader buraya kadar bile iyi gelmişsin. Biz dünden beri bekliyoruz. Yol bir yere kaçmıyor ya! Ölüm döşeğinde bekleyenin yoksa hiç çıkma yola!

- Eyvallah birader.

Şeref Abi beni fark edince yanıma geldi:

- Şuradan yiyecek bir şeyler alalım, Trabzon’a indiğimizde de çorba içeriz.

- Abi eğer istersen devam etmeyelim!

- Yok aslanım, niyetimiz belli; başka zaman olsa Erzurum’dan sonra devam etmezdim ama söz verdik sana, yarına Samsun’a yetişeceğiz inşallah. Sen aradın mı hiç evdekileri, nasılmış babanın son durumu?

O an, akşamdan beri evi hiç aramadığımı fark ettim. İçten içe kötü bir haber almaktan korkuyordum sanki. Yüzümdeki tedirginliği fark eden şeref abi bir kez daha tebessüm ederek konuştu:

- Endişelenme, her şey olacağına varır. Sen kalbini ferah tut.

Gece iki buçukta Bayburt’tan ayrıldık. Kar yağışı dinecek gibi değildi. Zigana’ya doğru ağır ağır gidiyoruz ama kar kalınlığından yolu takip etmek iyice güçleşti. Yol kenarındaki yükseklik göstergeleri de olmasa yoldan çıkmamız, belki de uçurumdan yuvarlanmamız işten bile değil. Şeref Abi gözünü dört açmış, yolu takip ediyordu. Yüzündeki seğirmelerden bir terslik olduğunu anladım.

- Abi bir terslik mi var?

- Yok bir şey delikanlı, sen merak etme!

- …

Aracın ön tarafındaki ekranda bazı şekillerin yanıp söndüğünü fark edince sordum:

- O işaretler neden yanıp sönüyor abi?

Şeref Abi yola bakmaya devam ederek ve tebessümünü bozmadan karşılık verdi:

- Eksi kırk derecede, bir metre karın üstünde gidiyoruz delikanlı. Motor yoruldu tabi biraz ama zirveye az kaldı. Sonrasında bir şey olmaz evelallah.

Zirveye ulaştığımızda saat dördü geçmişti artık. Şeref Abi kamyonu müsait bir açıklığa durdurdu. Aşağı indik. Bir sigara yaktı, bana da uzattı, çekinerek aldım sigarayı. “Biraz bekleyeceğiz delikanlı.” diyerek kabinin arkasına geçti. Kabinin altında gecenin karanlığında, telefonun ışığıyla bir şeyleri kontrol ettiğini görebiliyor ama sormaya korkuyordum. O sıra, cesaretimi toplayıp abimi aradım. Hemen açtı telefonu. Babamın başında Kur’an okuyorlarmış.

Saat beşe doğru yeniden çıktık yola. Ekranda yanıp sönen ışıklar kaybolmuş, Şeref Abi’nin keyfi biraz daha yerine gelmişti. Trabzon’da çorbalarımızı içip sahil yoluna çıktığımızda tan yeri ağardı, kar yağışı yerini hafif bir yağmura bıraktı. Şeref Abi, aklına mühim bir şey gelmiş gibi teybe bir kaset koydu. Neşet Baba önce sazın teline vurdu, ardından içli içli söylemeye başladı.

Bir anadan dünyaya gelen yolcu

Bir anadan dünyaya gelen yolcu

Görünce dünyaya gönül verdin mi?

Görünce dünyaya gönül verdin mi?

Samsun otogarında ilçe minibüsünü beklerken zihnimi Şeref Abi’nin hikâyesi meşgul ediyordu. Ömrü yollarda geçmiş; ilk çocuğunun doğumunu Bolu Dağı’nın doruğunda öğrenmiş, on gün sonra görebilmiş oğlunu. Kızının ameliyatında Sivas’tan gelirken yolda kalmış, ameliyattan iki gün sonra hastanede ziyaret edebilmiş kızını. Üç yıl önce babasını kaybetmiş. On dört Aralık günü Erzurum’dan dönerken babasının ağırlaştığını öğrenmiş ama Kop Geçidi’ni tırmanırken önündeki kamyonun kayması sonucu yoldan çıkıp devrilmiş. O dağ başında kamyonu yüküyle birlikte bırakıp yola devam edememiş. İki gün sonra eve döndüğünde babasının defnedildiğini öğrenmiş. O gün kamyonculuğu bırakmaya niyetlenmiş, üç ay boyunca direksiyona geçmemiş. Üç ayın sonunda bir haber okumuş: “Kaybolan dağcıyı kurtaran kamyoncu” diyormuş haber başlığı. O gün tekrar binmiş kamyona. Nerede karşısına darda kalmış bir yolcu çıksa imdadına koşmaya karar vermiş. Ben babama yetiştim, helallik aldım. Allah tüm yolda kalanların yardımcısı olsun.

Hoca hikâyeyi bitirdiğinde ders de bitmişti. Tebessüm ederek bir süre baktı öğrencilere:

- Bir sonraki haftaya hepinizden bir yolculuk hikâyesi istiyorum.