HİKÂYELER
HİKÂYELER
avatar
30 Nisan, 2022
952 gösterim

KÖPEK (Öykü) / Kiraz BAYRAM

Ilık bir bahar günü... Tabiat; uykusundan kararlılıkla uyanmış, göğsünden yeni bir hayat damıtmakta. Gökler masmavi, cam gibi parlak… Sular yatağına sığmıyor, çağıl çağıl ve berrak… Bulutlar apak, kabartılmış yün yumağı gibi diri ve ihtişamlı… Güneş merhametli, yakmadan tatlı tatlı gülümsüyor insancıklara. Toprak, rengârenk çiçekler devşirmiş bağrından. Yüz görümlüğü edasında gururla sergiliyor. Devşirilen çiçekler, burcu burcu kokmakta… Yalçın bir dağ gibi dimdik tutuyorlar gövdelerini, sergilenmekten memnun… Ağaçların körpe dalları ile kuşlar söyleşiyor… Çimen yumuşak, yemyeşil, taze ve ıslak… Keskin, ince rayihası ile börtü böceğe arz-ı endam ediyor… Narince kelebekler uçuşuyor dört bir yanda sevinçle… Doğuran ve doğurulanlar kanlı canlı akiste… Varlık, doğasıyla uyumlu. Her şey olması gerektiği gibi. İnsanlara binbir armağan sunuluyor… Tabiatın mutluluk şarkısını hafifçe esen rüzgâr söylüyor…

İnsanlar da tabiatla birlikte yeniden canlanmış, bu güzel bahar gününü keyifle tüketmeye çoktan karar vermişlerdi bile. Kimi ailesi ile soluğu dışarda almıştı, kimi arkadaşları, kimi sevdiği ile… Sokaklar; tenhalığından sıyrılarak dolup taşmış, ıssız kalan parklara her yaştan insan oluk oluk akmış, doğanın neşesi ile uyumlu muhabbet halkaları oluşturmuşlardı. Dudaklar kıpır kıpır, bedenler çevik, gözlerin feri yerindeydi. Taze kan yürüyen yüzlerde bir bahar tebessümü dikkat çekiyor, herkes halinden oldukça memnun görünüyordu. Yaprakların, kuşların, rüzgâr ve insanların sesleri birbirine karışmış sonsuz bir neşeyle mütemadi yankıdaydı. Ama ne olursa olsun en mutlu ve kaygısız görünen ve gerçekten göründükleri gibi olan çocuklardı. Onların “bu konuyu patrona nasıl açsam?” veya “şimdi düşecek, bir yerini kıracak” vs. gibi dertleri yoktu. Çocukluğun getirdiği kaygısızlıkla sağa sola koşturup duruyorlar, çetrefilsiz dünyalarında yalın yaşıyorlardı. Biri tüm bunların dışındaydı. Aslında biri değil, birçoğu; fakat şu an yalnız biri görünüyordu. Onu da görebilenler görüyordu…

Uzaktan bir adam ayaklarını sürüye sürüye, bitkin bir halde park alanına girdi. Ortamdan kopuk, yenilenen dünya ve insanlarla oldukça çelişikti. Yabanıllık okunuyordu tavırlarında. Bedeni o kadar güçsüz, üstü başı o kadar perişan, yüzü o kadar solgundu ki ölüm döşeğinden kalkmış izlenimini veriyordu. Kimse onu fark etmedi. Bu da onu üzmedi. Çünkü fark edenler ya dilenci sanıp hakaret ediyor veya meraklı delici bakışlarını fark edilme telaşı ile yarı kaçamak saplamakla yetiniyorlardı. Bazen kovalanıyor, itilip kakılıyor, uğradığı hakaretlerin bini bir para oluyordu. Yer bulamıyordu kirli paslı haliyle özü toprak olan hemcinslerinin dünyalarında... Hepsine alışmıştı. Bu yüzden dert etmedi. Başı önünde sessizce ilerleyerek bulabildiği en tenha köşeye çekildi. Şu ana kadar fark edilmemişti. Sevindi. Oturduğu ağacın altında bir süre bakındı etrafına boş gözlerle. Ancak o zaman fark edebildi baharın müjdelerini. Göğün maviliğini, ağaçların yeşilliğini, çiçeklerin güzelliğini izledi. Fakat diğerlerinde olduğu gibi pek tesir etmedi bahar gönlüne. İlgisini kesti. Çocuklara çevirdi başını. Neşe ile cıvıldaşıyorlardı. Neşeleri fazla geldi gönlüne. Onlarla da alakadar olmadı. Sonra el ele oturan yaşlı bir çifte takıldı yorgun ve çukurlarına kaçmış küçük gözleri. Bir mana bulur gibi oldu yüreği. Bulduğu manaya imrendi, gülümsedi. Bir süre de onları izledi. Manayı gönlünde sindirdikten sonra tekrar kendi dünyasına döndü. Ne yapacaktı? Hayatını nasıl sürdürecekti? Gidecek hiçbir yeri yoktu ve uzun zamandır işsizdi. Karısını ve kızını korkunç bir trafik kazasında kaybetmişti. Nedense dışarı çıkmışlardı. Karısının gözleri görmüyordu, kızı ise daha küçüktü. Fark edememişlerdi, geliyorum diye çığlık atan eceli. Kadın hemen oracıkta can vermiş, kızı ise hayatta kalmış ama o da çok az yaşamıştı. Belki de Allah küçük kızın acı çekmesini istememiş, hem de annesinden ayrı kalmasına razı olmamıştı. Kim bilir... Kendini toparlaması kısa sürmüş, her şey normale dönmek üzere idi ki bu sefer de iş kazasında kolunu kaybetmişti. Bela geldi mi üst üste geliyordu nedense! Yarım insan kabul edilerek işten çıkarılması uygun görülmüş, bedelsiz kaybettiklerine bedel biçilerek cüzî bir tazminat verilmişti kendisine. Bir şey yapamamıştı olan bitene bön bön bakmaktan ve derince susmaktan başka. Daha sonra hiçbir yerde işe kabul edilmemiş, tüm girişimleri sonuçsuz kalmıştı. Artık sokaklardaydı. Küçük kızın ölümündeki hikmeti ancak o zaman anlamıştı. Şimdi ne yapacaktı? Ne kadar daha sürecekti bu acımasız itiş-kakış? Yaşama tutunmak için bir sebep bulacak, kapanan kapılar açılacak mıydı? Yeniden insan yerine konulacak, gözler kendisine, varlığına yüklenen asılsız ithamlardan kopmuş olarak yeniden manasız, herhangi birine bakar gibi bakacak mıydı? Böyle dalmış düşünürken iri yarı bir adamın kendisine doğru yaklaştığını gördü. Hayra bir geliş olmadığı gelişinden belliydi. Merakla bekledi. Adam hışımla geldi ve kuvvetli bir tekme indirdi cılız vücuduna. Zavallı adam acıdan iki büklüm olmuş, korku dolu gözlerle bakıyordu tepesinde dikilen bu iri yarı adama. Acının iniltisi baharı gölgeledi. Sormasına gerek kalmadan haykırarak açıklama yaptı adam, ayaklarının dibinde kedi gibi büzülmüş bu zavallıya:

- Demek burada el âlemin çocuğunu kollayıp kaçırıyorsun ha!

Şaşırdı. Kekeleyerek cevap vermeye çalıştı. Lakin buna izin verilmedi. Adam, darbını daha büyük bir öfke ile yineleyerek öncekinden gür bir sesle tekrar haykırdı:

- Eğer hemen buradan defolup gitmezsen o çelimsiz bacaklarını kırarım bir daha hiç

gidemezsin!

Kimse müdahale etmedi. Herkes meraklı bir seyirle yetindi. Açıklamak istiyordu ama adamın laftan anlayacağı yok gibiydi. Bir kere damgalanmış, üzerine arsız bir etiket yapıştırılmıştı. Kolay kolay çıkacağa da benzemiyordu. Kabullendi. Öfkeli adam üzerine doğru eğilerek elini avını yakalamaya hazırlanan keskin bir pençe hıncıyla bedenine uzattı. Tutacağı bir şey bulamayınca şaşaladı. Duruverdi aniden. Onun durgunluğundan yararlanarak tek elinden aldığı dayanakla çaresiz kalktı, parkın dışına doğru yürümeye başladı. İki büklümdü. Tek eliyle sızlayan bedenini ovuyor, gömleğinin sağ kolu boşlukta sallanıyordu... Bu halini gören bazıları acırken bazıları duvar gibi kayıtsız kaldı. Az evvel onu tekmeleyen adam ise ardından tuhafça bakıyordu.

Öfke ile karışık hüzne kapıldı. Gülse mi, ağlasa mıydı karar veremedi. Birileri onu işe yaramaz görürken, birileri de kendilerine zarar verebileceğinden endişeleniyordu. Aslında hangisiydi? Muhasebesini yaparak ilerledi. Parktan epey uzaklaşmıştı. Dinlenmek için durduğunda beyaz ve yüksek bir duvar üzerine asılmış ilan dikkatini çekti. Duvarın üzerinde “bahçe işlerinden anlayan işçi aranıyor” ilanı asılıydı. Umudu tazelendi. Yorgunluğunu, hüznünü, öfke ve acısını, “ayrıksılığını” unutarak umutla yaklaştı. İhtişamlı kapı açık, bahçe büyük ve bakımlıydı. Eve doğru ilerledi. Usulca zile bastı. Kapıyı otuz beş - kırk yaşlarında gayet iyi ve temiz giyinmiş orta boylu bir hanım açtı. Sakin ve ağırbaşlı duruyordu. Görünüşü kusursuzdu. Önce her ikisi de birbirlerini dikkatle baştan aşağı süzdü. Ardından kadın, görüntüsüyle çelişen aksi bir sesle sordu:

- Ne var?

Adam önce utandı ve ürktü bu soğuk ve aksi sesten. Sonra cesaretini toplayarak kadına neden geldiğini açıklayabildi. Kadın aynı aksi ve soğuk tavrıyla hiç çekinmeden sıraladı cümlelerini:

- Aman be! hepiniz aynısınız. Açıkça dilenmeye geldim demezsiniz de namuslu ayaklarına yatıp iş arıyorum, dersiniz. Hadi kardeşim, hadi sana ayıracak vaktim yok benim. Başka kapıyı aşındır, hadi!

Umudu sönüverdi. Az evvel göğsünün tam ortasına usulca konan umut kuşları uçtu. Buza kesti bahar… Dokunaklı bir tebessüm yayıldı dudaklarına… Dil dökmenin yararsızlığını tecrübe etmişti. Arkasını dönmüş, kapıya doğru ilerliyordu ki kadının o aksi sesi çalındı kulağına;

- Bana bak, kapıyı çekmeyi unutma sakın!

Aldırış etmedi, aynı kayıtsız tavırla yürümeye devam etti. Çıkmak üzere idi ki kapıdan içeri lüks bir araba girdi. Durup baktı. İçinden az önceki kadına benzeyen genç bir kız çıktı. Arka kapıyı açtı. Oradan da bir köpek fırladı dışarıya. Kendisini kovan kadın hâlâ kapının önündeydi. Eğildi, kollarını açıp beklemeye başladı. Bu sıcak ilginin karşılığını da aldı! Köpek, dili dışarda kadının kucağına atladı. Az önce kendisine aşağılayarak bakan ve kovan kadın şimdi eğilmiş köpeği okşuyor, öpüyordu. Özlemle kucaklaştılar. Bir süre böyle devam etti. Sonra genç kıza döndü. Endişeli bir merak ve adamdan esirgenen şefkatle sordu:

- Ne dedi doktor, nesi varmış yavrumun?

Kız umursamaz bir eda ile cevap verdi:

- Amaaan abla, yok bir şey. Doktor kırmızı eti bir süre kesin, bir şeyi kalmaz diyor,

Dedi ve içeri girdi. Kadın bu habere oldukça sevinmişti. Bir müjde tebessümü yayıldı gergin dudaklarına. Az evvelki aksi kadın değildi. Neşelenmişti. Büyük bir sevgiyle köpeği kucağına alıp o da içeri girdi. Adam hareketsizdi. Görüp duyduklarını, şahit olduklarını idrakte zorluk çekiyor, inanamıyordu. Kıyamet sessizliği düştü dünyasına… Kalakaldı ve donuklaştı. Caddede yankılanan korna sesi ile kendine geldiğinde olup bitenleri idrak ederek acımasız bir kıyasa başladı. Birden içinde köpeğe karşı müthiş bir kıskançlık hissetti. Kendisi günlerdir açtı. Karnını çöpten bulduğu ekmeklerle zor doyuruyordu. Yalnız ve sevgisizdi. Kimsenin umurunda da değildi. Horlanıyordu. Fakat bu köpek seviliyor, ilgi görüyor, üstelik kırmızı eti fazla yemekten hastalanıyor ve muayeneye gidiyordu. Bahçe kapısının camına yansıyan suretine takıldı donuk gözler. Dalga dalga bir isyan kabardı umudun sessizce kanatlanıp uçtuğu ıssız göğsünde. Öfkeyle seyretti. Baktı, baktı, baktı… Şimdi o da gülüyordu. İsyanını üfledi;

- İt kadar değerin yok ulan!

Diye seslendi suretine bir yabancıya seslenir gibi. Zübde-i âlem gölgelendi…

Kadınlar kapıyı çoktan kapatmış, içeri girmişlerdi. İçerden kahkahaları ve köpeğin neşeli havlamaları duyuluyordu. Sarsıntısı devam ediyordu ama toparlandı. Çaresiz ve sessiz, geldiği yöne doğru gönlü kırık yürüdü gitti…

KİRAZ BAYRAM