HİKÂYELER
HİKÂYELER
avatar
15 Haziran, 2021
822 gösterim

ORKİDE KURUSU (Öykü) / Emre KOÇ

Bir kez daha kasanın bulunduğu yöne dönerek baktı. Hâli ve giyiminden mekânın şefi olduğunu düşündüğü adamla göz göze geldi. Şef, baş işaretiyle müşteriyi onayladıktan sonra tezgâhtaki garsona seslenerek çay servisini hızlandırmasını istedi. Çay demleniyordu. Diğer taraftan acelesi varmış gibi bir bacağını titreterek hafifçe yere vuruyor, zemindeki bölmenin bombesini hissediyordu. Günün neredeyse ortasıydı. Güneş tepeyi biraz aşmış, batıya doğru eğiliyordu. Mevsime rağmen şehirde yadsınacak bir kalabalık var. Ağustos’ta güneş bu şehre dünyanın diğer şehirlerine olduğundan daha çok yakınlaşır. Yaylada yeri yurdu olan herkes yaz aylarını güneşin yakıcı sıcağından uzakta, tabiatın kucak açmış serinliğinde geçirmek için yükseklere tırmanır. Ekmek parası kazanmak zorunda olanlara ise şehirde hayat devam eder. Fasılasız sıcağına rağmen…

Garson, çaprazdaki masanın servisini yaptıktan sonra oturduğu masaya geldi. Kırmızı beyaz desenli tabakta ve ince belli bardakta kopkoyu rengiyle göz dolduruyordu çay. Kaçaktı adı. Kaçak çay. Yahut iştahlı diliyle “gaççak çay”… Garsonu görünce birden aklına, yıllar önce oğluna dizüstü bilgisayar almak için müşteriden kredi kartını kullanmayı isteyen sıska garson geldi. “Kim bilir şu an nerede o cesur adam?” diyerek ilginç anılar adına çayından bir yudum içti. Yavaş yavaş kendine geliyordu. Bu şehir, bu mekân… Ne anılar vardı her köşesinde. Her geçen yıl daha da anılaştığını hissediyordu. Oturduğu mekânın her masasında bile ayrı ayrı hatıraları vardı. Yıllar sonra bu şehre yeniden gelmek delilik değil de neydi. Herkes zayıflığından, çaresizliğinden ve kimsesizliğinden kaçarken adeta gözünün içine baka baka şehre gelmek de neyin nesiydi. Tam köşeyi dönerken ansızın bir anı acılarından vurur diye hiç çekincesi yoktu.

Vakit ikindiyi aşmış, güneşin huzmeleri şehrin buğusunda soğumaya başlamıştı. Caddenin kuzeydoğusunda, bahçesinde çınarı ve çamı, mütevazı mimarisiyle misafirlerini karşılayan camide ikindi namazını kıldıktan sonra dolmuş durağına doğru yola koyuldu. Günlerdir gezip dolaşmadığı yer, selam vermediği esnaf kalmamıştı. Üniversite yıllarında lokantasından kafeteryasına, berberinden terzisine uğradığı her yerde dostluklar biriktirmiş, bu uzak şehirde neredeyse ömürlük çevre edinmişti. Çoğu yerli yerinde, işinde gücünde hayata devam ediyor; kimisinin de yerinde yeller esiyordu. Her şeye rağmen yaşamının en güzel zamanları diye nitelediği üniversite yıllarında edindiği arkadaş çevresinin yokluğu gözüne çarpıyordu. Kesif düşünceler içinde durağa doğru yürürken ruhunu kaplayan ikilemin kıskancında etrafına bakınıyor, gidip gitmeme konusunda zihnini yatıştırmaya çalışıyordu. En hırçın anıların sökün ettiği yere artık gidip gitmemesi bir anlam ifade etmese de, anılarının yıllar sonra asil bir ziyareti hak ettiğini düşünüyordu. Duraktan dolmuşlar sırayla geçiyor, muavinlerin son çağrısı kır kır kır motor sesleri arasında gözden kayboluyordu. Büfeciyle tartışan esmer adamın söyledikleri ise durakta dolmuş bekleyen yolcuları zihnen oyalıyordu. Büfenin yanında derme çatma barakada müşteri bekleyen çiçekçi ilişti gözüne. Yıllar önce kendisini adeta zengin eden müşterisini yıllar sonra görünce doğal olarak tanıyamadı. Öyle ya birçoğu da kazancına bakardı. Gül, lavanta, karanfil ve nergis… Ve daha ismini bilmediği başka çiçeklerin arasında orkideyi aradı. Orkide… Vedaların ikna edemediği umudun çiçeği… Besleyecek duygusu olmadan orkidenin yaprağına müşfikçe dokundu. Çiçekçi, günün son satışlarında yaşadığı esnaf yorgunluğunu saklamaya çalışarak müşterisinin garip davranışlarını izliyor, anlam vermeye çalışmadan çiçeği alıp almayacağı konusunda net bir sonuca odaklanıyordu.

- Tamam, dedi. Alıyorum. Bir demet yapalım, diğer çiçekleri küstürmeden.

Masanın arkasındaki alengirli rafları göstererek:

- Dilerseniz renkli kurdele ile saralım, daha şık duracaktır; hem abla da çok beğenir abi, dedi çiçekçi.

- İndigo olmalı. Umarım elinizde vardır?

- Evet, yeni gelen kargonun içinde indigo da vardı. Hemen hazırlıyorum.

Cenazeye götüreceği çiçeği, buluşmaya gidecek gibi hazırlayan çiçekçiyi seyretmeye koyuldu. Buketi el çabukluğu ve dikkatle hazırladıktan sonra isim yazılıp yazılmayacağını sordu.

- Yo, gayet isimsiz olacak; çiçek neden solduğunu bilmemeli, dedi.

Buketi aldıktan sonra dolmuş durağında bekleyen belediye otobüsüne bindi. Ücreti ödedikten sonra sarı koruma demirlerine tutunarak otobüsün ortasına doğru ilerledi. Boş koltuklardan birine otururken arkasındaki yorgun ve solgun yüzlü insanların, dışarıyı izlerken neler düşündüklerine dair yorumsamada bulundu. Otobüs ilerliyor. Yolu kat ettikçe içini tuhaf bir hüzün kaplıyordu. Otobüsün camından dışarıya bakarken uzun cadde boyunca durmadan yürüdüğü eski zamanları anımsıyordu. Yapboz gibi bütün parçalar teker teker birleşerek onu istemli bir yaşanmışlığın içerisine çekiyordu. Camın üst bölmesinden içeriye giren yolculuk rüzgârı ise boğucu havayı bir nebze olsun dağıtıyor, nefes almaya olanak sağlıyordu. Otobüs, ineceği durağa yaklaşırken ruhunu kaplayan ölüm sessizliğine eşlik ediyor, duygularına adeta kement atan asaleti hissiyatında tekrar ederek ayakta kalma gücünü koruyordu. Başka çaresi yoktu. İpsiz bir deliliğin içinde aklını yitirmeden yol almanın başka bir yolu yoktu. Otobüs yavaşladı. Kapısı iki yana açıldı. Artık yol bitmişti. Elindeki buketi yokladı. Orkideleri yan koltukta unutup unutmadığını yokladı. Orkideler elindeydi. Otobüsün teybinde artık yeni bir parça çalıyordu. Kafasında ise bambaşka bir parça…

Bir süre etrafına bakındı. Neredeyse her şey aynı. Değişen pek bir şey yok. Cadde boyunca sıra sıra dizili turunç ağaçları, istasyon, sarmaşıklı ağaçlar, seyyar Bicibici satıcısı, parkın ardı sıra yükselen apartmanlar, çiçeksiz çimler… Bir an sıcak havayı değil de yıllar öncesinden esip gelen müzmin hatıraları içine çektiğini duyumsadı. Ilık, hüzünlü ve sakin… Süratle geçen arabaları bir bir sayarken, bulduğu aralıkta karşıya geçmek için adımını attı. İki dik iki yatık geçişken kaldırımlar da hala aynı. Günün hengâmesini sırtlıyorlar. Her gün milyonlarca adımı, adım başı insanı, başta deveran eden farklı farklı dünyaları taşıyorlar. Kiminin başı adeta rüzgârda bir o tarafa bir bu tarafa savrulan tüy gibi hafif; kiminin ise karayolu gibi gürültülü ve doludizgin. Parkın ortasında yönü batıya bakan banka oturdu. Karşısında irili ufaklı ağaçlar; birazı defne birazı ise çam. Biraz dünyayı biraz da mezarlığı andırıyor. Ve yavaş yavaş ruhunu ele geçiren uğultunun sesi yükseliyor. Açık hava sineması gibi görsel şölen başlıyor. Parkın her köşesinde kıpırdayan hatıraların siyah beyaz karakterleri renk cümbüşü içinde açık seçik beliriyor. Her kaldırım taşının altından heyecanlar, sevinçler, hüzünler, kısa vedalaşmalar bir bir ortaya çıkıyor. İşte orada, eve uğurlarken “Allah’a ısmarladık!” diyerek vedalaşırken parıldayan iki çift göz... İstasyonun sağ tarafında kalan kaldırım yolunda hayâ akan gözyaşları. Apartmanlardan yola açılan kapının ağzında tedirgin bekleyişler. Her elveda deyişte “Gitme, biraz daha kal.” derken titreşen yarım ağız burukluk. Gecenin bir yarısında cadde boyu uçtan uca yürürken vardığı açık hava sığınağı canlanıyor adeta.

Güneşin doğuşuyla mahmur gözlerinde tebessüm büyüten kadın geliyor uzaktan. En son, kader çizgisinin bütünüyle değiştiği yerde kıyamet kopuyor sanki. Göğü kaplayan ikindi kızılı, yükselirken tutunacak bulut arıyor. Bir damla yağmur ve bir damla gözyaşı düşmüyor. Birkaç parça eşya ve bir çember yüzüğün cızırtısı tırnak tırnak kalbine saplanıyor. Sonu kestirebilmenin zorluğu bütün umutları gölgeliyor. Hepsi teker teker solmaya mahkûm. Ne “Keşke”si ne de bir ihtimali kalmış, hepsi çoktan maziye karışmış. Çaresizlik tek çare olmuş. Yaşanan her şey biçimsiz bir bitkisel hayatın habercisi. Canından kopan bir parça iyileşir. Darmadağın yüreğin iyileşmesi mukadderdir. Peki ya iki parçaya bölünen ruhun felaketi… Bir daha sen olamamanın verdiği yitirilmişlik hissi… Her şeyinden geçerken, bir şeyden geçememenin eline koluna doladığı zalim prangalar… İçte terennüm eden ahretlik sözler… Zamansız ve mekânsız anlara kalmış ebedilik hissi bu kez ayrılığın netamesini koymuş önüne. İmtihan deyişleri ne kadar yatıştırıyor, bilinmez. Her şeye başka türlü nasıl razı olurdu insanoğlu. Kaporası verilmiş düğün salonu randevusu öbür tarafta da geçerli olur muydu? Bin bir renk eşyayı alırken filizlenen ümitler orada yeniden neşet edecek miydi? Yarım kalmışlığı tamamlayacak âfâki güce sığınmanın giderdiği nice çaresizlik yok muydu?

Bir canın yanında eşantiyon olarak bir ruhu da alan ölümün keskin kokusu burnuna geliyor. Tüm ihtişamı ve yeşilliğiyle ışıldayan bu park artık isimsiz bir mezarlığı andırıyor. Her saat başında belirsiz bir grup insan, sırtladıkları tabutu parkın bir köşesine bırakıp gidiyor. Salası ve telkini verilmemiş cenaze orada öylece bekliyor. Sonbaharda sararan yapraklar olmasa, üzerine toprak atacak hiçbir emare yok. Yıllardır kimse dokunmamış bu cenazelere. Bir gün sahibi gelir de usulünce defneder diye. “Ah benim garip ve mahzun anılarım!” diyerek iç geçirdi. Nice vakittir yaralarını sarmaya çalışırken uzakta olmanın verdiği avantajla ruhundaki izdihamı bir nebze olsun yatıştırabilmişti. Yaşadığı ayrılıktan bu yana gözünden bir damla gözyaşı dahi düşmemesine hala anlam veremiyorken, yıllar sonra içine düştüğü anılar sarmalında sakin kalabilmesini ise biraz yadırgıyordu. Acaba geçen onca zaman kendisini ruhsuz, katı kalpli ve umursuz birine mi dönüştürmüştü? Yoksa “belki”lerin, “bir umut”ların ve “ama”ların çaresinin peşine mi düşmüştü? Bilinmez.

Orada hareketsiz oturup etrafı seyrederken, bir anda çıkıp gelse ve tesadüfen karşısına çıksa ne yapardı? Geriye söyleyecek söz, bakacak göz, yanacak yürek kalmış mıydı? İstemsiz sitemlere varana değin milyonlarca davranış olasılığı film şeridi gibi geçti zihninden. Ayrılık nedensiz olunca her şey çok mantıksız geliyordu. Ortada büyük bir kriz olmalıydı. Günler kavga gürültüyle geçmeliydi. Muhakkak bir telafisi olurdu. Yoksa da mesele usulünce kapanır giderdi. Yıllarca başka birine açılmayan iki kalbi bu devasız kopuşa mecbur eden maskeli nedenler, yeniden kılıçlarını çeker miydi? Zihninde sorular ardı sıra tebarüz ederken zamanın fazlasıyla geçtiğini fark etti. Artık bu anılar mezarlığından gitme zamanı gelmişti.

Orkideler hala canlılığını koruyordu. Oturduğu banktan kalkınca parkın yola bakan duvarına doğru yöneldi. Artık bu elvedalar yurduna kocaman bir elveda ederek şehirde geçirdiği son günü tamamlayacaktı. Adımlarını toprağın karasına atmaya çalışırken çimleri ezmemek için itina gösteriyordu. Nice sonlar yaşamıştı insanoğlu. Garip sonlar da onun nasibine düşmüştü. Elindeki buketi usulca çimlerin üzerine bırakırken içinin karıştığını, gözlerinin nemlendiğini hissetti. Toprağın bağrına bir gözyaşı damlası düşürmeden orayı terk etmesi gerektiğini anladı. Her şey geride kalacak. Anılar artık toprağında huzurla yatacak. Bitimsiz bir teselliyi bağrında büyütüp anıların arasına bırakırken usulca sonsuzluğa karıştığını idrak ediyordu. Son bir gayretle eğildiği yerden doğruldu. Ruhunda ılıyan duygular usulca soğuyacak, ebediyete karışacaktı. Parkın kaldırım taşlı yolundan durağa doğru yürürken en güzel duaları da belki karşılaşır, ömrüne huzur ve iyilik katar düşüncesiyle içinden terennüm ediyordu. Öne eğik başını kaldırıp otobüsün gelip gelmediğine uzaktan bakarken, duraktaki otobüsten inenleri gördü. Bir an duraksadı. İrkildi. Bu yüz. Yıllar önce gördüğü yüzdü. Yanılıyor olamazdı. Afalladı. Ne yapacağı hakkında en ufak bir fikri yoktu. Eli ayağı birbirine dolanmış, olduğu yerde öylece kalakalmıştı. Kendisini fark ettirmemeliydi ya da fark etmeli. Kusursuz bir ikilemin kıskacında pusulasını kaybetmiş bir gemi gibi çakılı kalmıştı. Yolunu değiştirse yeniden yolunu bulabilecek miydi? Saniyeler içinde yaşadığı bu dipsiz gerilimi aşmaya çalışırken afallamasına neden olan gerçekle göz göze geldi. Adeta baştan aşağı kaynar sular dökülmüş, nutuklar tutulmuş ve ansızın karşılaşmanın verdiği şaşkınlığın pişmanlık olup olmadığı konusunda derin bir düşünce karmaşası yaşanmıştı. Muhakemeyi yerle bir eden bu karşılaşmanın tam da ortasında, ne yapacağını bilemeyen iki insanın kesin bir kanaate dayanarak davranış sergilemesi ise neredeyse imkânsızdı. Belki yüreğe dokunan birkaç söz, gözyaşını düşüşün kıyısına getirecekti. Fakat kelimeler… Nasıl dile dökülebilecekti?

Yıllar sonra uğrağında ne aradığını, neden karşısına çıktığını; bu tuhaf karşılaşmanın sebeplerini sorsa nasıl cevap verecekti? Oysa sadece anıları için gelmişti bu parka. Kendisiyle doğrudan bir alakası yoktu ancak vaziyet bu şekilde izah edilebilecek durumda da değildi. Ne dese boş. Ne dese kar etmeyecek gibiydi. Karşılaşmayı ummuyorken bir anda karşısında beliren geçmişi, ziyareti ilginç bir boyuta sürüklemişti. Gitmek de kalmak da beklemek de cesaret işiydi. İlk gün karşısına çıkarken gösterdiği cesarete o kadar çok ihtiyacı vardı ki. Gözü kara varoluşun ölümüne cesareti; fakat aynı zamanda bir sevdayı tarumar olmaktan kurtaramayan kayıp cesaret. Ansızın oluyordu her şey. Mahşeri andırıyordu. Yüzünde, yılları acıyla istiflemiş yorgun bir işçinin soğukkanlılığı vardı. Bakınca parıldayan gözlerindeki yeşili seçmek ise artık neredeyse imkânsızdı. Geçen zaman boyunca, nerede hata yaptığını düşünüp umutsuzluğun bitap girdabından kurtulmaya çalıştığı besbelliydi. Sevmenin bedelini ağır bir şekilde ödemişken, ruhunu mahveden adamın bir anda karşısına çıkmasını yadırgasa da bunu belli etmemeye çalışıyordu. “Ben sevmeyi seninle öğrendim.” derken çaresiz ayrılığa razı olmanın yaşattığı ironiyi ise çoktan aştığı fark ediliyordu halinden. Ayrılık buhranını yatıştırmaya çalışırken günlerce Kur’an okuyarak ruhunu teskin etmeye çalışmıştı. Şimdi ise sevinç ya da üzüntü duymaya mecalsiz halde, karşısına çıkan adama ne söyleyeceğini bilemiyordu.

Güneş gökyüzüne kızılı yoğun çalmış. Akşamın serinliği yavaş yavaş kendini belli etmeye başlamış. Doğanın yatıştırıcı tonları arasında tabiat sükûnete hazırlanıyordu. Ne yapsa, ne dese yahut bir şey demeden çekip gitse daha mı iyi olurdu diye düşünüyordu adam.

“Hoş geldin.” dedi kadın.

Sarmaşıklı çamların arasından kalabalık bir kuş sürüsü göğe havalandı. Orkideler bıraktığı yerdeydi. İnsanlar sıra sıra geçiyordu. Gideceği otobüs duraktan çoktan kalkmıştı. Kafasındaki parça bambaşka çalıyordu.