HİKÂYELER
HİKÂYELER
avatar
30 Ağustos, 2021
812 gösterim

ŞEHİRDEKİ YABANCI RUHUM II (Öykü) / İbrahim BİRGÜL

ŞEHİRDEKİ YABANCI RUHUM II (Öykü) / İbrahim BİRGÜL

Cumartesi günlerinin vermiş olduğu rehavet ile muhasebe bürosunun kapısını ağır bir şekilde kilitliyor, beni saran kaygılı adımlarımla iş merkezinin merdivenlerinden iniyordum. Haftalığımı almış, yeğenlerime bir şeyler alabilmenin heyecanı ile ilerliyordum. Kaygılıydım. Çünkü aklım almıyordu hesap kitap işlerine, aklım almıyordu zaten bu dünyanın işlerine. Annemin tavsiyeleri kulağıma küpe olmuştu. Annemin hep duasındaydım. Bilge bir kadındı hep karşımda. Yine bir AVM' ye girecektim. Geçenlerde gördüğüm kız hâlâ orada mıydı? Orada olsa bile kimdi acaba? Yanına varsam ne diyebilirdim ki? Mavi başörtüsünün altında o kadar kaygılı bir hâli vardı’ ki, sanki başına bir iş gelecekmiş gibi telaşlıydı. Uzaktan bakıyordum. Bir gazetenin standında abonelik için tanıtım yapıyordu. Kitapları seviyordum. Kitapları incelemek için yaklaştım yanına.

Buyurun,” dedi utangaç hâliyle. Kitaplardan bahsetti. Kimdi? Neyin nesi idi bilemedim. Acemi bakışlarımla kitapları inceledim. Kitapları inceledikten sonra sadece birkaç kelâm edebildik. Bu benim alışık olmadığım bir durumdu. Kalabalıklar içinde sanki herkes bizi izliyor gibiydi. Tek kelimelik cümleler kuruyorduk. Zaten kelimeler uçup gidiyordu konuşurken.

Düşünceli bir yağmur yağışı ile beraber ilerliyordum. Bir yağmur ki alnımdan inerken okşuyordu yanaklarımı. Bir yağmur ki çok öfkeliydi. Bir kaldırım taşının altına giren su, ıslatıyordu baştan yukarı pantolonumu. Ayakkabımın kenarından giren su okşuyordu adeta çoraplarımı.

Adımlarımı atarken kendimi sanki bir yerlerde unutmuş gibiydim. Kendime baktım kime ne verebilirdim ki bu hâlimle? Şimdi kalbime yenilmenin zamanı mıydı? Nereye gittiğini bilmeyen bir meczup gibi ilerliyordum. Mutlu değildim herhalde bu kentte. Buradan gitmek istiyordum. Annemi aradım.

Bilge kadın derdim ona.

–“Ben gelmek istiyorum” dedim. “Ben sığınamıyorum buralara. Burada kimse kimseye sığınamıyor”. dedim.

–“Herkes birbirine yabancı bu şehirde. Bu şehirde herkesten zarar görecekmiş gibi bir hâlim var. Bu şehir kendinden bile korkuyor.” dedim. Anne yüreği dayanamadı;

–“Gel. Su gitgide akacağı yolu bulur, bir gün attığımız taş ileriye gidecektir.” dedi. Bana güzellikleri öğütlüyordu. Sonra kendimle konuşuyordum.

Bütün cesaretimi toplayarak iş yeri sahibine gidip konuşmayı düşündüm. Sabah olduğunda utangaç hâlimle;

–“Ben kendimin bile yabancısı iken, bu şehrin nasıl yerlisi olurum? Bu şehirde çok üşüyorum, hiçbir şey ısıtmıyor beni. Bu karmakarışıklıkta kendimi bulamıyorum”. Dedim.

Büronun anahtarını verdim. Son kez kahve içtik. Kucaklaştık. Hayatıma tecrübenin yanında güzel insanları da katmanın duygusu ile ayrıldım. Ablam bir anne edasıyla eşyalarımı hazırladı. Yeğenlerim gitmeme üzülüyordu. Ama gitmek zorundaydım. Belki de gelmek için gidecektim. Onlara son kez bir şeyler alırken valizimde eşyalarla beraber ümitler, hayaller de koyuluyordu sanki. Sarıldık ve ayrıldık.

Otobüsün hareket saatine daha zaman varken eski garajın oraları geziyordum. Ne hikmetse böyle yerlerde gezmeyi çok seviyordum. Böyle yerlerde kendimi daha çok buluyordum. Böyle yerlere mi aittim bilmiyorum. Tablacılar, işportacılar, bağıranlar, çağıranlar, ucuz ve ikinci el eşya alıp satanlar, köy otobüsünün kalkacağını bağıran muavinler, seyyar saat tamircileri, kokucular... Hepsi bir hengâmenin içinde bağırıyorlardı. Bir hengâmenin içinde herkes kendine bir yer bulmaya çalışıyordu. Gerçek hayat yakından daha belliydi. Bir lokumcuya yaklaşıp lokumun fiyatını soruyordum.

Haftalık paramdan kalan az bir miktar ile anneme lokum alıyordum. Bilge kadın mutlu olurdu. Bir tablacıdan radyo alıyordum. Hayatı dinliyordum, hayat beni dinliyordu.

Yorgun şehirler için bestelenmiş şarkılar çalıyordu. İkiye ayrılmış saçımdan damlayan yağmur damlaları sırtıma girip gıdıklıyordu beni.

Kulağımda radyo kulaklığı ile herkesin bana bakması genç hâlimle mutlu ediyordu. Mutlu ediyordu etmesine ama bir dokunsalar bana bin acı, bir sorsalar hâlimi kırılmış bir cam parçası gibi paramparça...

Yol heyecanı devam ederken ben kahve içmenin verdiği ayrıcalıkla camdan bakıyordum. Kulağımda bir tablacıdan alınan radyo… Pili ha bitti ha bitecek. Pili bitse de olur, bitmese de. Yeter ki kulağımda dursun. Gençtim. Ne yapsam makul karşılıyordum. Bir şehri içimde taşıyordum. Saçlarımı ikiye ayırıyor, şiir kitapları okuyor, şiir programları dinliyordum. Belki bir gün bir dergiye şiir yazacak, belki bir kitap yazacaktım, belki de bir gün benim yazılarım okunacaktı.

Ama o mavi başörtülü kızı düşünüyordum. Tebessüm ettiğinde gamze oluşuyordu yüzünde. Onu hatırladım birden. Kimdi o? Neyin nesi idi bilemedim. Zaten herkes gibi onu da terk ediyordum bu şehirde.

Şehre dair her şeyi unutmak için ovalara bakıyordum. Bir Mezopotamya gibi duruyordu karşımda.

İnsanlar çalışırken kendilerini işliyorlardı adeta toprağa. Kuşlar sanki ip atlıyorlardı elektrik tellerinde. Bir köy güneşi uğurluyordu el sallayarak. Bütün bu hayallerimi sıraya koyarken birden Karapınar’a geldiğimizi gördüm. Apak Kaş’ından inince otobüs ben bir şiir mırıldanıyordum:

“Uzanmış düzüne bozkırın

Taze bir gelin gibidir memleketim.” diye.