DENEMELER
DENEMELER
avatar
06 Ocak, 2021
901 gösterim

SESLER VE HARFLER/EMRE KOÇ

 
Tik tak tik tak tik… Pıt pıtpıt… Şıp şıp şıp şıp… Vınnnnnn… Ay ışığı sonatı… Sundurmanın altında beklerken yaşamı hayal ediyorum. Yağmur gri kolonlara tutunan verandaya düşmeyi umarken, yaşadığı hayal kırıklığı soğuk bir gürültüye dönüşüyor. Beklerken, karanlık yoğuşuyor. Gece içinde gece.Zifiri izdihama karışmış mülteci sokak lambaları yoldan geçen arabaların far ışıklarıyla kesişiyor. Tekinsiz, gümrah ve duayen yalnızlığımın kefaretini öderken hissizleşiyorum. Doyuma ulaşmış bir acıyı, gevrek gülüşleri, sakar sunağın kırık dişini ve varoluşun dayanılmaz hafifliğini yadırgayan ruhsuz bir resitali oynuyorum sanki. Kelimeler… Şiirin, sanatın ve trajedinin gömleğini giyiniyor. Harfler duyuyorsun. Varlıkta titreşen balçık gibi toprak kokuyor. Kutsal bir seyahatle yedi ayrı yerden, yedi ayrı renkten ve yedi ayrı yönden mesafe kat ederek göğün sarkaçlarını aralayıp ay üstü evrene ulaşıyor. Etrafta yavaş ve artan hareketlenmeler oluyor. Bir anda akseden gürültü, bilmediğin bir dilde yükselen konuşma sesleri, kan ve fesat derken irkilen telaş. Evrendeki insicamı tehdit eden gelişmeler yaşanıyor. Varlık ayakta. Varlık teyakkuzda. Yedi renk arasından en çok kırmızı akıyor. Berrak bir doğuşla tabiata karışırken koyulaşıyor. Henüz yurda düşüş için erken. Sonsuzluk içinde son doğuyor.
 
Ah kelimeler… Her şeyin kaderini nefesle buluşturan kelimeler. Havada devrim kokusu var. Boşluk süreğen doluyor. Ah Rabbim! Bu ne yüce bir inayet! Kurumuş çamur dile gelirken anlam ve ümit seremonisi yaşanıyor. Cenneti kıskandıran ahenk ve güzellik, kan ve fesat çığlıklarını unutturuyor. Kelimeler bakir toprağı adeta mümbit bahçeye çeviriyor. Şems ve nücûm artık evreni güçlü bir istençle dolanacak. Rabb ona konuştu. Rabb ona kelimeleri verdi. Rabb ona ruhundan üfledi. Üfledi… Ne zarif bir dokunuş… ‘’Ben senden yüzümü nasıl çevirebilirim?!’’ Kan ve fesat seslerini duyunca ilk defa acıyı duyumsadı. Nasıl bir oluştayım ben… Sonra merhamet. Kafes içinde devinen içkin güce öykündü. Merhamet, ilik ilik kırmızı aktı. Kelimeler ona harfleri anlattı. Sonsuz bir gücü varlığın yapısına karıştıran harfler henüz bir araya gelmezden evvel balçıkta titreşiyordu. Kuruyup çatlayan toprak nasıl ki suyu arzuluyor ve kavuşunca uçsuz bucaksız bir mahiyetin membaı haline geliyorsa; kelimeler, harfler, sesler de yaşam belirtisi olacak şekilde yaratım ve hakikatle ilgili oluşta sükûnete eriyordu. Kevn ve fesat. Oluş ve bozuluş. Süreğen siyah ve beyaz. Her acının sonunda merhamet, her karanlığın akabinde aydınlık, her balçığın kaderinde bir ruh vardı. Hiçlik bile varlığa açtı. Kelimelere, harflere ve seslere muhtaçtı. Gururlu bir isyanın yahut esaslı bir aidiyetin sunağında hayret vardı. Âdem üçüncü ilki duyumsadı. Acı, merhamet ve itiraf.
 
Sahi zaman ne vakit başladı? Akrep ve yelkovan arasında süre giden o amansız kaçış, hazne içinde yer çekimine direnen mahpus kum taneleri, hazneyi ters çevirince değişmeyen akış kaderi, kızıl çizginin arkasından yavaş yavaş göğe yükselen güneşi takip ederken merakla Ay’ı arayan gözler, anne rahminde dokuz ayın ne olduğunu henüz bilmeden geçen süre ve öncesi… Zamanın ayırdına varmayı sağlayan işaret, sembol ve araçları ne kadar sürede bulmuştu insanoğlu? Her keşif ve öncesi arasında kaybolan geçmişin izlerini geleceğin ihtimaline serpiştiren neydi? Saatler neden matematik ve geometrinin ilkel temellerinde kurulup yola koyuldu? Yoksa zamanın kaderinde rakamlar mı vardı? Bir, iki, üç… Kısa, net ve öz. Belki de zamanın gizemi, yaşanmışlığını saklamasından ötürüydü. Oysaki edebiyat ve sanat harf harf, kelime kelime, satır satır zamanı depolamaktaydı. Ölçülebilen veya ölçülemeyen bütün göstergeleriyle zamanı ağırlayan vasat vardı. Zaman tabiata aşkın, insana içkindi. Zaman çiçekleri, böcekleri, kutupta eriyen buzları, ekvatorda olgunlaşan muzları kesintisiz bir düzen içinde kucaklıyor; fark ettirmeden an be an insanın içine aksettiriyordu. Günde kaç saat çalıştığını, eve kaç dakikada döndüğünü, hafta sonuna kaç gün kaldığını, ne vakit emekli olacağını ölçebiliyor; umudu, mutluluğu, hüznü ve kaderi ölçemiyordu. Doğumhanenin kapısına geldiği an ile o ilk ağlayış sesiyle irkildiği an arasında geçen süre belirsizdi. Yaşamın raflarına sıra sıra istiflediği o küçük istençler; kozasını kırıp etrafa misk ve amber kokusu gibi yayılınca, insanın çizgili yüzünde kocaman bir tebessümü, bazen de özgür kahkahaları ateşliyordu. Sahi kaç dakika mutlu oluyordu âdem? Yanakların kasılması ve gevşemesi arasında dış dünyaya ait herhangi bir gösterge var mıydı? Sevdiklerini kaybedince yaşadığı acıyı matematik teskin edebiliyor muydu? Düşünsene. Anneni, babanı, kızını veya oğlunu kaybetmişsin. Yahut amansız bir ayrılığın pençesine düşmüşsün. Üçü, yedisi, elli ikisi; başlangıç ve bitiş tarihi değil mi? Etraftaki herkesin itinayla hatırlattığı zaman belirteçleri; belki de uçsuz bucaksız bir acının girdabına kapılmayasın diye dostça dürtüklemelerdi hepsi.
 
Zamanın ölçemediği tek şey sonsuzluktur bayım. Sonsuzluk insanın içinde kurulu mümbit bahçenin ortasında biter. Hati ve metu arasında deveran ettikçe yemyeşil yayılır. Farz et ki kapkaranlık bir odadasın. Senden başka hiçbir özne yok iken belli belirsiz nesnelerin arasındasın. Hareket edersen duyacaksın; duyduğunda görmek isteyeceksin. Fakat gözlerin karanlığın perdesini sıyırmaya güç yetiremeyecek. Ah o tıkırtılar… Seslerin sana mucizevi armağanı. Dokundun. Olasılık yığını göçüyor üzerine. Düz, kare, oval, yuvarlak, büyük veya küçük. Hem belirli hem de belirsiz. Her şey olabilir. Masa veya duvar; koltuk kenarı veya sürahi; tenis topu veya yumurta… Ha unutmadan; ilk defa buradasın. Henüz o ilk saniye yola koyulmamış. Akrep ve yelkovan ölümsüzlük uykusunda. Sanki doğmamış gibisin. Doğmak üzere olduğunun farkına dahi varmadan, doğup doğmayacağın hakkında bir kanaate dahi varmadan, doğumla yüz yüzesin. İstençsiz ve plansız bir yüzleşmenin içindesin. Adeta Cebelitarık kıyısında, zamanla yüz yüze, henüz katışmadığın, metcezirsiz bir atmosferdesin… Sıkıldın. Odadan kaçışı hesapladın. Korktun. Ayak bastığın yerle kapı arasındaki mesafeyi hesapladın. Kızdın. Neden böyle bir saçmalığa katıldığını sorguladın. Birden karanlığın zifiri perdesi aralandı. İndigo renkli duvarda asılı kurmalı saati, odanın ortasındaki dümdüz satıhlı sehpayı, koltuğun kenarına saklanmış stres topunu gördün. Kırk, kırk bir, kırk iki... Sahi ne ara büyüdün sen? Daha dün arkadaşınla evin önünde, yağmurla biriken su birikintisi üzerinden atlamaca oynuyordun. Beyaz yakalı mavi önlüğünle okula gidiyor, akşamın alacasında eve dönerken midene giren krampları elinle tutuyor, büyüyünce geçip geçmeyeceğini düşünüyordun… Yağmur hiddetini alabildiğine artırdı. Sundurmaya hınçla çarpan damlalar, daha gür sesle bir şeyler söylemeye çalışıyor. Soğukla kıyafetlerim yer değiştirmiş sanki. Saate bakmak aklımın ucuna bile gelmemiş. Sessiz bakışlarla yoldan geçen birkaç kişinin, ‘’ne yapıyor bu adam burada?’’ deyişlerini duyar gibiyim. Sanki hepsi birer melek. Toprakta titreşen balçığa bakıyorlar. Ol’mak üzereyim. Dış dünyaya ait her şeyden arındığımda, zamanla yollarımızı ayıracağımızı biliyordum. Onun büyük bir istençle içime geçerek bütün hazları, renkleri, tatları ve doyumları itiraf edeceğini… Rakamların gürültüsünde kaybolan kelimelerin nâzende sesini aradığını… Şey’lerin keyfiyetiyle ilgili yanılsamadan ancak keyfiyetsizlikte arınacağını ve bana rağmen bende var olacağına ikna oluyordum. ‘’Düşmek’’ dedi zaman, sonluda mümkün olmalıydı. Sonsuza ait amaca dayalı bir yükseliş vardı. Sonsuzun kapısını çalabilirdin, aralayabilirdin, hatta içeri girebilirdin. Fakat dışarıya çıkamazdın. Düşmek imkânsızdı sonsuzdan. Kudret, bilgi ve teklikti sonsuzu anlamlı hale getiren. Düşmek sonluydu. Yağmur en tepeden yere düşer, toprağı sular, denize ulaşır ve hayata karışırdı. Balçık acıyla titrerken sonsuzluk onu merhametle ana rahmine bırakırdı. Zamanın, harfler ve seslerle tanıştığı o ilk anda o ilk kelime/yönelim/özdeşim nüksetti: itiraf… Düşüş itirafla başladı. Balçık ateş püsküren sesi duyumsadı: “Ahdim olsun ki senin doğru yolun üzerine oturacağım…!” Onca sesin arasından sıyrılıp yükselirken aşama aşama alçalıyordu bu ses. “Zalemnâ enfüsenâ…!” Dipsiz bir kuyudan göğü aşıncaya değin süratle tırmanıp acziyette karar kılıyordu. Birbirine karışan sesler arasında, dile gelince kandilleri ışıldatan sesti bu. Harf kelimeyi, kelime ismi deruhte ediyor; hokka ve kalem ihtişamında yükseliyordu.
 
Kolumdaki deri kayışlı saatime bakarken zamanın başladığını fark ettim. Birazdan bahçe kapısına doğru yürüyecek, sürgüyü çekip sokağı aşacaktım. Zihnimde deveran eden onca sesi ayırt ederken göz göz yolu seçecektim. Belki de asfaltı aşındıran öbek öbek su birikintileri üzerinden aynı senin gibi atlayıp salına salına meçhule gidecektim. Her rakam adeta bileğime saplanıyor, kolumdaki saati kelepçeye çeviriyordu. Sanrılar ruhumu yırtıyor, oluk oluk hayal akıyordu. Zaman tepemde kara bulutlarını sıra sıra dizmiş; bense akrep ve yelkovanı aşarak rüzgârı kucaklıyor, izleksiz var oluyordum… Zaman balçıkta içredir; harf ve sesle tebarüz ederken ay ışığını beklemektedir. Öyle bir geçer ki… An be an, sesinde ve seninledir… Kaç yıl oldu bilmiyorum. Tepemde kâinatın sularını taşıyan sundurmayla konuşuyorum. Balçıktayım hâlâ. Her gözesinden ruh akan yaratımı taşıyorum. Ateşi yakan cevherim varmış benim. Suyu ferahlatan, berraklaştıran ve parıldatan teselli imişim meğer. Saatim kayıpmış. Bahçe kapım sürgüsüzmüş. Beş parasızmışım. Altıyı düşünmeden yaşarmışım. Zaman dediğin çok çok üç günmüş yaa… Üç gün üç… Bir, iki, üç… Dipsiz bir uğultunun yanında öyle tik taklar, şıp şıplar, vınn’lar hava civaymış. İçten içe yaşadığım, ölçeri beyhude duyumsamalar eşliğinde kâinattaki seremoniye eşlik edermişim. Berr’de ilenmişim. Müstekarda bilenmişim. Karanlığın sağanağı altında Hû diye dilenmişim. Hilkatin enfüsî matlâını söylermişim. Yunus’la adaşmışım. ‘’Bir ben vardır bende benden içerü’’ derken yola adanmışım. Hakk, gergef gergef yaratmış beni, seni, bizi, her şeyi.
“Zalemnâ enfüsenâ”
 
Emre KOÇ