DENEMELER
DENEMELER
avatar
30 Nisan, 2022
658 gösterim

SEYR-İ ÂLEM KÖŞESİ / Fatma SÜMER

Hem tarihin hem de edebiyatın en önemli unsurlarından biri olmuştur sözlü kültür. Birçok tarihi bilgi ve edebi değeri olan kültürel hikâye, efsane vb. şeyler dilden dile aktarılarak gelmiştir bugüne. Kıymetli babacığım da bizi kıssalarla, hikâyelerle büyüttü. Onun çocukluk dönemimde anlattığı hikâyeleri sadece kulağımla dinlemezdim ben, aynı zamanda yaşardım da, o masumane çocuk ruhumla. O dönemlerde babamdan dinlediğim ve sonra da Kur’an kıssalarından hakikatini pekiştirdiğim bir kıssayı ve o kıssayla özdeşleşmiş bir mekânı anlatmak istiyorum sizlere ve yazıma şöyle diyerek başlamak istiyorum:

“Ateşe atılmadan önce İbrahim olmak gerek.”

Hz. İbrahim dediysek anlatacağım tarihi mekân da anlaşılmış olmalı. Evet, bu kez Halil-ür Rahman, yani Allah’ın dostu anlamına gelen sıfatla anılan Hz. İbrahim’e ateşin gülistan edildiği yerden bahsetmek istiyorum, Şanlıurfa’daki Balıklı Göl’den.

Bugüne kadar birçok hikâye anlatılmıştır Balıklı Göl ile ilgili. En bilindik, en mâkul ve en tutarlı olanı, Kur’ânî bilgilerle de desteklenen Hz. İbrahim kıssasıdır, yani İbrahim’in ateşe atılma hikâyesi. Hemen hemen herkes bilir bu hikâyeyi ama biz yine de kısaca bahsedelim.

Balıklı Göl hikâyesinin Babil Hükümdarı Nemrut ile Hz. İbrahim Peygamber arasında geçen olaylar sonucunda oluştuğuna inanılır. Nemrut bir gün rüyasında bir yıldız görür. Rüyasını yorumlayan yorumcular, o yıl dünyaya gelecek bir erkek çocuğunun putperestliği yok ederek hükümdarlığı kendisinin elinden alacağını söylerler. Bunun üzerine Nemrut, o yıl doğacak bütün erkek çocukların öldürülmesini emreder. Nemrut’un askeri olan Azer aynı zamanda bir put yapıcısıdır. Kısa bir süre sonra doğum yapacak olan eşini bir mağaraya götürür. Doğan çocuk İbrahim’dir ve babası onu öldürüleceği korkusuyla yetişkin bir genç olana kadar şehre getirmemiştir. Orada kaldığı sürece İbrahim, güneş, ay, yıldızlar, kâinat ve yaratıcı hakkında çokça tefekkür etmiştir. Bu tefekkürler sonucunda ulaştığı gerçek, gücü her şeyin üstünde olan bir yaratıcının varlığıdır. Hz. İbrahim, büyüdüğünde babasının evine döner. Nemrut’un putlara taptığını ve halkını da buna zorladığını görür. Bunun doğru olmadığını halka anlatmaya başlar. Ancak Nemrut’un zalimliği ve korkusu yüzünden kimse onu dinlemez.

Hz. İbrahim’in içinde yaşadığı kabilenin senede bir gün toplanarak bayram yaptıkları bir günde, babası Âzer, Hz. İbrahim’e: “Sen de bugün bayram yapmak için bizimle gel.” der. Hz. İbrahim hastalığını mâzeret göstererek gitmez. Herkes bayram yerine gidince o puthaneye gider. Orada gümüş, bakır ve ağaçtan yapılmış putlar vardır. Önlerine de, bereketlensin diye yemekler koymuşlardır. En iri put, altından bir tahtın üzerine oturtulmuş, sırma elbiseler giydirilip başına da taç koyulmuştur. Hz. İbrahim, büyük putun dışındaki putların hepsini balta ile kırar ve sonra da baltayı büyük putun boynuna asar. Akşam olunca kabile mensupları, bayram yerinden puthaneye döndüklerinde, gördükleri karşısında büyük bir şaşkınlık yaşarlar. Bu kötü haber çabucak Nemrut’a ulaşmıştır. Nemrut haberi alınca deliye döner. Hemen puthaneye gelir. Öfke ile orada toplanmış halka bu işi kimin yaptığını sorar. Hz. İbrahim, kolunda balta asılı olan putu işaret ederek, onun yapmış olabileceğini söyler. Nemrut daha da öfkelenerek baltayı eline alır ve: “ Taştan yapılmış bir put bu işi nasıl yapabilir?” diye haykırır. Bunun üzerine Hz. İbrahim de: “ Kendi yaptığınız taşlara nasıl inanırsınız? Hatta bu taşlardan kendilerini korumalarını nasıl beklersiniz? Eğer bu en büyük tanrı ise diğer putların kırılmasını nasıl önleyemez?” diye artarda sorular sorar. Bu konuşma karşısında öfkeden çılgına dönen Nemrut, Hz. İbrahim’in yakılmasını emreder. O gün, ülkede ateş yakılması yasaklanır ve toplanan odunlarla benzeri görülmemiş büyüklükte bir ateş yakılır. Nemrut’un emriyle, Hz. İbrahim, Urfa Kalesi’nin burçlarına kurulan mancınıkla ateşe atılır. Ancak Allah’ın mucizesiyle ateş suya, odunlar ise balığa dönüşür. Hz. İbrahim ise ateşin hemen yakınlarındaki gül bahçesine düşer. Hz. İbrahim’e inananlardan olan Nemrut’un kızı Zeliha, aynı zamanda Hz. İbrahim’e âşıktır da. O da, İbrahim Peygamber’in ardından kendini aşağıya atar. Zeliha’nın düştüğü yerde de Ayn Zeliha gölü meydana gelir. Mancınık olarak kullanıldığına inanılan o iki sütun bugün hala ayaktadır. Hz. İbrahim ile ilgili bu bilgilerin bir kısmı efsanevî olsa da büyük oranda Bakara, Enbiya, İbrahim gibi sûrelerde anlatılan Kur’ânî bilgilerdir.

Bu bilgilerin ardından gelelim yine sıcak bir ağustos ayında gerçekleştirdiğimiz ziyaretten benim dimağımda kalan izlenimlere...

Bu kutsal mekâna ulaştığımızda vakit öğleye yaklaşıyordu, mevsimin ise en sıcak dönemiydi. Güney yönünden mekâna girerken ferah ve yeşilliklerin hâkim olduğu bir bahçe karşıladı bizi. Bu güzel bahçeyi geçince zaman zaman birkaç basamaklı merdivenlerden inerek gölün başına ulaştık. Yaz mevsimi olmasından dolayı oldukça kalabalık bir ziyaretçi vardı. O kalabalığın arasından gölün şefkatle onca balığa yuva olma çabası ve eksisiyle artısıyla her biri bambaşka görgü, bilgi ve kültüre sahip insanlara sükûnetle, sabırla misafirperverliğini esirgememesi ayrı bir mânevî hâl yaşatıyordu insana. İlk olarak hemen solumuzda 17'nci yüzyılda Urfa’da yaşamış Kâdirî tarikatına bağlı Şâzeli kolundan âlim bir zât olan Şâzeli Ali Dede Türbesi karşıladı bizi. Hemen bitişiğinde Halil-ür Rahman Câmi-i yıllara direnmişliğin vakarıyla hem tarihin derinliklerine çekiyor, hem de huzur dolu mânevi bir iklimin kollarıyla sarıveriyor ruhumuzu.

Tabiî bu mânevi havayı bozan olumsuzluklar da oluyor arada. Ortamın maneviyatını, umumî bir ziyaret mekânı olduğunu akledemeyen, kendilerini merada zanneden yurdum insanı... Bütün bu olumsuzluklara neyse diyerek devam ediyoruz ziyaretimize.

Gölün kuzey yönünden başlayarak doğusuna doğru dolanan oldukça estetik, işlemeli, kemerli sütunlar âdeta görsel bir şölen sunuyor bize. Sütunların arasına yerleştirilen 1736 yılında Rakka Valisi Rıdvan Ahmet Paşa tarafından yaptırılmış Rızvâniye Camii, gölün maneviyatını tarihsel bir estetikle taçlandıran harikulade bir eser olarak seyrine doyumsuz bir manzara sunuyor ziyaretçilerine. Yine bu camiinin ön tarafında ferah bir bahçe ve manevî dokusuna uygun inşâ edilmiş dükkânlar da bir bütünlük oluşturuyor âdeta.

Bu muazzam mekânı ziyareti sonlandırırken düşünceler dolanmaya başlıyor yine zihnimin dar sokaklarında... İbrahim'in Hakk'a olan imanı ve teslimiyeti yoksa, ateşin her türlüsü yakar insanı. Babamın anlattığı hikâyeyi dinlerken ben de hep İbrahim gibi olmak isterdim çocukken. Kötülerin ve kötülüklerin karşısında dimdik durmak, buna karşın beni cezalandırmak isterlerse, ateşe atsalar bile Hakk’a olan teslimiyetin karşılığı olarak yanmamak... Ama öyle olmuyor tabii. Büyüklerimizin “Âhir zaman” diye adlandırdığı günümüzde insan ateş olmadan da yanıyor. Gönül, İbrahim olmayınca yanmak da kaçınılmaz oluyor elbette. Oysa İbrahim kötülüğe, yanlış inanca ve kendilerini tanrı ilan eden bu inancın fikir öncülerine tek başına karşı gelmişti. Bir başkaldırıydı bu, bir protesto, asrında yapılabilecek büyük bir devrim. Devrim demişken aklıma geldi. Anne babası ayrılmış, psikolojisi oldukça kötü bir öğrencim vardı üç beş sene önce. Bir gün sınıfta telefon istedi benden. Neden istediğini sordum. “Bir şey araştırmak istiyorum.” dedi. “Özel değilse birlikte araştıralım mı?” dedim. “Tabii ki. Özel değil hocam.” dedi. Ben ne araştıracağını merak içinde beklerken, Che Guevara yazdı arama motoruna. Neden onu araştırdığını sordum, ne düşündüğünü merak etmiştim. “O büyük bir adam, özgürlük savaşçısı hocam.” dedi. O an suçluluk duygusu ve hüzün kapladı içimi. Bu çocuklara karşı görevimizi yapamamanın suçluluğu, bir neslin dimağının ve ruhunun nasıl çalındığının hüznü... Bizler Hz. İbrahim’in gösterdiği bu büyük cesareti ve kendini tanrı ilan Nemrut’un sistemine karşı yaptığı köklü devrimi anlatmadık çocuklarımıza. Fatih Sultan Mehmed’in çağ açıp çağ kapatan nasıl bir lider, nasıl bir öncü olduğunu aktarmadık neslimize. Peygamberimiz (s.a.v)’in tek başına yola çıkarak, bir toplumun inancından kültürüne, örfünden alışkanlıklarına her şeyini değiştirmesi ve bu değişikliklere 1450 yıla yaklaşmasına rağmen hâlâ ilk günkü gibi sahip çıkılmasının nasıl büyük bir devrim olduğundan habersiz büyüttük yavrularımızı...

Bu mekânı çocuklarıma tanıtmış olmanın, mânevi değerinin derinliğini aktarabilmiş olmanın yüreğime serptiği ferahlıkla ayrılıyoruz, ağustos ayında Urfa’nın yakıcı iklimine bürünmüş İbrahim’e gülşen olan Balıklı Göl’ünden....

FATMA SÜMER