HİKÂYELER
HİKÂYELER
avatar
30 Ağustos, 2021
782 gösterim

SON ARZU (Öykü) / Mehmet PEKTAŞ

SON ARZU (Öykü) / Mehmet PEKTAŞ

Rüzgârlı bir sonbahar günü traktör sırtında köyden göçtüklerinde Macide, 12-13 yaşlarında bir çocuktu. O günü dün gibi hatırlıyordu. Traktör evin kapısına yanaşınca etraftan konu, komşu, hısım, akraba da toplandı. Herkes bir eşyanın ucundan tuttu, göç traktöre yüklendi. Aile için gitme vakti gelmişti. Kendilerini uğurlamaya gelenlerin hepsiyle helalleştiler, kimisinin elini öptüler, kimisiyle kucaklaştılar. Baba ve abi traktörün iki yanına oturdu. Gitme kararı alındı alınalı gözyaşı döken anne, kızını bağrına basıp römorka, eşyaların arasına yerleşti. Küçük kız arkada el sallayanlara son defa bakarken çocukluğuna dair ne varsa onları da arkada bıraktığının farkında değildi. Köy ve insanlar traktörün kaldırdığı toz bulutunun arkasında kaybolup gitti.

Birkaç saat önce köyden ayrılan kız çocuğu, şehre bir genç kız olarak giriyordu. Bu kadar kısa sürede büyümek mümkün müydü? Evet, mümkündü. Traktör, aileyi bir gecekondu mahallesine getirdi. Burada onları, daha önce şehre göçen köylüleri karşıladı. Bir çırpıda eşyalar tek göz gecekonduya taşındı. İyi kötü bir düzen tutuldu. Baba, köylüleriyle inşaatlarda çalışıyor; abi okula gidiyordu. Anne, burada peş peşe iki çocuk daha doğurdu. İkinci hamilelik çok zor oldu. Ev işi tutamadı, sürekli yatmak zorunda kaldı. Bütün yük Macide’nin omzuna yüklendi. Yaşıtları oyun oynarken o hem kardeşine baktı, hem anasına. Evi temizledi, çeşmeden su taşıdı, çamaşır, bulaşık yıkadı, yemek yaptı. Anasından emdiği süt burnundan geldi, gün yüzü görmedi. Tek göz eve sığan aileye birkaç yıl sonra bu şehir dar gelmeye başladı. Hayat onları savurup büyük şehre, hayat mücadelesinin tam ortasına attı. Taşınırken Macide’nin yüzü gülüyordu. Sanki boyundan büyük sorumlulukları arkada bırakıyordu

Büyük şehirde oturacakları eve gelinlik kız olarak geldi. Burası bodrum katta, rutubetli, güneş görmeyen izbe bir evdi. Gündüz bile ışık yakmak zorundaydılar. Bu evi iki defa su bastı. Tüm eşyalar harap oldu. Ne zaman hava kapansa, yağmur yağacak gibi olsa evdeki herkesin yüreği ağzına gelirdi. Macide ömrünün son demlerini geçirdiği beşinci kattaki hastane odasında bile yağmur yağdığında korkar, dualar ederdi. Bu korku, o yıllardan kalmaydı.

Büyük şehrin derdi de büyüktü. Baba yine inşaatlarda çalıştı, abi bir yere çırak durdu, anne gündeliğe gitmeye başladı. Çocuklar artık gelinlik çağa gelen Macide’ye emanetti. İkisi de okula başlayınca Macide biraz rahatladı. Ev işini gördükten sonra çeyizlik el işleri yapmaya vakit buldu. Bir iki sene sonra abi, bir kız kaçırdı. Kızın ailesi önce ortalığı ayağa kaldırdı, oğlanı da kızı da vuracaklarını söylediler. Sonra araya sözü geçen insanlar sokuldu. Olan olmuştu artık, dökülen süt toplanmazdı. Bir ay sonra düğün dernek kuruldu. İş tatlıya bağlandı.

Abi, evlenir evlenmez görücüler ailenin kapısını çalmaya başladı. Sıra Macide’deydi. Baba, gelenlerden birini münasip görüp “Verdim gitti.” dedi. Macide düğünden önce evleneceği erkeği üç defa görebildi, ona da görmek denirse. Bereket versin adam iyi biri çıktı. Fabrikada çalışır, evden işe, işten eve gider gelirdi. Kendi halinde birisiydi. Evliliklerinin ertesi yılı bir devlet dairesine odacı oldu. Tam 35 sene bir Allah’ın kulunu incitmeden çalışıp emekli oldu. Bu evlilikten üç oğlan dünyaya geldi. Çocuklar büyüdü, yuvadan uçtu. Karı koca, bir Köroğlu bir Ayvaz kaldılar. Emeklilik adama yaramadı. İki üç güne bir doktora gidip gelmeye, sık sık hastaneye yatmaya başladı. Her gün bir poşet hap atardı. En son soğuk algınlığı şikâyetiyle yattığı hastaneden ölüsü çıktı.

İyice yaşlanan Macide, kendini çocuklarının yanında buldu. Çocuklar aralarında sıra yapmıştı. Altışar ay bakıyorlardı analarına. Yaşlı kadın en çok büyük oğlunun yanında rahat ederdi. Ne de olsa ilk göz ağrısı. Gelin desen tatlı dilli, güler yüzlü. Torunlar saygıda kusur etmez. Ortanca oğlanın, hanımıyla arası pek iyi değildi. Macide’ye belli etmemeye çalışıyorlardı ama yaşlı kadın her şeyin ama her şeyin farkındaydı. Karı-koca arasındaki huzursuzluk çocuklara da yansıyordu. Büyük torun laf söz dinlemiyor, okula da doğru dürüst gitmiyordu. Azıcık üstüne varsalar evden çıkıp gidiyor, bir iki gün gelmiyordu. Nereye gittiğini, kimde kaldığını bilen yoktu. Kıza zaten laf söylenmiyordu. Macide Hanım, burada etliye sütlüye karışmaz, elinde tespih, dilinde dua günlerini geçirirdi. Ortanca oğlanın evi neyse ama küçük oğlanın yanında kalmak çok zordu. Yaşlı kadın sıra ona gelince hiç mi hiç gitmek istemezdi. Küçük oğlan ve küçük gelin çalışıyordu. Çocukları da yoktu. Sabahları kahvaltı yapmadan çıkıp giderlerdi. Akşamları eve kaçta gelecekleri belli değildi. Onlar gelinceye kadar Macide Hanım uyumuş oluyordu. Burada vakit geçmiyor, yaşlı kadını ölüm korkusu sarıyordu. Oğlan, işe giderken anasının yiyeceğini, içeceğini hazırlayıp kumandayı yanı başına koyuyordu. Gelin: “Anne, mutfakta her şey var. Canın ne isterse… Hiç çekinme.” diye sıkı sıkı tembih ediyordu ama onu bir de Macide Hanım’a sormalı. Gelinin ‘her şey’ dediği Macide Hanım’ın adını bile söyleyemediği hazır yiyeceklerdi.

Yaşlı kadın ömrünün sonuna doğru eskileri özler oldu. Sık sık rahmetli olan annesini, babasını, kocasını, abisini yâd ediyor, doğduğu köyden bahsediyordu. Aladağ’dan gelen keklik seslerinden, Akpınar’ın şırıl şırıl akan suyundan, buz gibi akan köy çeşmesinden, bakkalda satılan akide şekerlerinden, kerpiç evlerin arasında koşuşturan çocuklardan, oğlak seslerinden, kuzu seslerinden, rengârenk çiçeklerden söz ediyordu. “Köyümü dünya gözüyle bir defa daha görsem başka bir şey istemem.” diyordu. Kadına kanser teşhisi konulup birkaç aylık bir ömür biçilinceye kadar kimse onun bu isteğini ciddiye almadı. Hastalığı öğrenen çocuklar analarının son isteğini yerine getirmenin derdine düştüler. Oysa yaşlı kadının yola dayanıp dayanamayacağı bile şüpheliydi. Büyük oğlan hastanede kardeşlerini karşısına alıp konuştu. Küçük oğlanın arabası da şoförlüğü de iyiydi. Ortanca zaten iş yerinden izin alamazdı. Büyük ve küçük oğlan analarını köye götürmeye karar verdiler.

Yaşlı kadın, köye gideceğini duyunca çocuklar gibi sevindi. Evlatlarına dualar etti. Büyük oğlan: “Dur bakalım ana, doktor izin verecek mi?” dedi. Doktor, hastadan umudu kesmişti zaten. Oğlanlardan imza alıp hastaya izin verdi. Hastayı büyük oğlanın evine çıkardılar. Akşam küçük oğlan kapıya geldi. Kadını, arabanın arka koltuğuna oturtarak battaniye ile sarıp sarmaladılar. Yolda fazla oyalanmazlarsa öğlene doğru köye varacaklarını düşünüyorlardı.

Yol bitmek bilmedi. Küçük oğlan belli bir yerden sonra yoruldu, direksiyona büyük oğlan geçti. Macide Hanım’ın arkadan ara ara cılız sesi duyuluyordu: “Daha gelmedik mi oğlum?” Kadın, bazen uyuyor, bazen uyanıyor, bazen de köye dair bir şeyler sayıklıyordu. İyice bitkinleşmişti. Nihayet uzaktan Aladağ belirdi. Köy kadının anlattığı gibi bir dağın eteğinde kuruluydu. Yıllar önce bir traktör kasasında toz kaldırarak geçtikleri yollar asfalt olmuştu. Yoldan gelip giden eksik değildi. Köy yoluna düşünce Macide Hanım’ın tekrar sesi duyuldu: “Daha gelmedik mi?” Direksiyondaki büyük oğlan cevap verdi: “Geldik anacağım, geldik, bak işte karşımızda Aladağ.” Kadın doğrulmaya çalıştı. Uzaktan Aladağ’ı hayal meyal gördü. Biraz sonra Aladağ netleşti. Dağla birlikte üzerindeki dev mermer ocağı da göründü. Aladağ, beyaza bürünmüştü. Ekskavatörler, kepçeler, dev kamyonlar dağı yiyip bitirmişti. Karşıda beyaz beyaz katmanlar görünüyordu. Kadın, gördüğü manzara karşısında büyük bir hayal kırıklığı yaşadı: “Aladağ’ın karnını yarmışlar vah vah!” diyebildi. Dağın üzerinde ne keklik kalmıştı, ne de keçiler.

İki kardeş, köyün girişinde rastladıkları gençlere Akpınar’ın yerini sordular. Anaları bari çocukluk yıllarından hayalinde kalan Akpınar’ı görsün istiyorlardı. Gençler Akpınar’ın yerini bilemedi. Az ilerde orta yaşlı bir kadından derenin suyunun ta bilmem nereden çevrilip hidroelektrik santraline aktarıldığını öğrendiler. Kadına köy çeşmesini sordular. Köy çeşmesi çoktan yıkılmış. Herkesin evinde bir çeşme varmış artık. Köyün içine doğru ilerlediler. Annelerinin sayıkladığı kerpiç evler, evlerin arasında koşturan çocuklar yoktu. Yeni evlenen kızlar, köyde durmuyordu. Köyde bakkal da yoktu. Bakkal olsa da kimse oradan alışveriş yapmazdı artık. Herkesin altında bir vasıta, ihtiyacı olan beş dakikada ilçeye inip marketlerden ne alacaksa alıp geliyordu. Köyün dışındaki iki büyük besihaneden başka hayvancılık namına bir şey de kalmamıştı. Köylüler; peyniri, yoğurdu hatta yumurtayı bile satın alıyordu.

Yaşlı kadının gözünden iki damla yaş süzüldü: “Ben göreceğimi gördüm dönelim.” dedi. Bunu o kadar kısık sesle söyledi ki çocuklar duymadı bile. Kadının son sözü bu oldu. İki kardeş mola için durduklarında yaşlı analarının öldüğünü anladılar. Ağlayıp sızlayacak vakit yoktu. Klimayı açıp son sürat yola koyuldular. Macide Hanım’ı ertesi gün şehir mezarlığına defnettiler.

Mehmet PEKTAŞ