HİKÂYELER
HİKÂYELER
avatar
07 Kasım, 2021
696 gösterim

SONBAHAR YAĞMURLARI (Hikâye) / Mehmet PEKTAŞ

“Ne zaman hava kararıp yağmur yağmaya başlasa içimi bir korku kaplar. Böyle zamanlarda kötü bir şeyler olacak gibi hissederim. Telefon çalsa veya kapı çalınsa besmele ile açarım. Hafakanlar basar. Annem beni böyle bir ayda böyle bir havada doğurmuş. Köy yeri…  Tarihi tam olarak bilen yok. Sancılar sabahtan başlamış, öğleye doğru iyice artmış. Konu komşu toplanmış. Üç çocuğun ikisini tarlada doğuran annem, ne hikmetse üçüncüyü yani beni bir türlü doğuramıyormuş. Vakit ilerledikçe hava bozmuş, bardaktan boşanırcasına bir yağmur başlamış. Annemin çığlıklarına gök gürültüleri karışmış. Köyün içinden geçen dere taşmış, yolları sel almış. Köyde bir koşuşturmadır başlamış. Kimisi evinin, kimisi ahırının, kimisi dağda bayırda kalan hayvanlarının, kimisi de canının derdine düşmüş. Bu hercümerç içerisinde annemin kanaması başlamış, herkesi bir telaş almış. Kadınlar ne yapacaklarını bilememişler. Birisi babama koşmuş:

“Karın doğuramayacak, bir araba bul hastaneye yetiştir.” Ahırın sağını solunu tıkamaya çalışan babam köyün içine koşmuş. Köyde arabası olan bir iki kişi kendi derdine düştüğünden oralı olmamış. Köyün öğretmeni sağ olsun annemi hastaneye götürmeye razı olmuş. Annemi bir battaniyeye sarıp arka koltuğa oturtmuşlar, yanına anneannem binmiş, öne babam… Sel sularını yara yara köyden çıkmışlar. Yağmur o kadar şiddetli yağıyormuş ki silecekler camı silmeye yetişemiyormuş. Toprak yollar hep çamur deryası… Birkaç yerde araba çamura saplanmış, anneannemle babam var güçleriyle ittirip arabayı çamurdan kurtarmışlar. Bir saatlik yolu dört saatte alarak güç bela hastaneye ulaşmışlar. Ulaşmışlar ulaşmasına ama annemin sesi soluğu kesilmiş, yalnız boğazında bir hırıltı kalmış. Anneannem, annemle ikimizin birden kurtulacağından umudunu kesmiş, Allah’a: “Birini bari bağışla!” diye dualar ediyormuş.

Öldürmeyen Allah öldürmüyor işte. Hastanenin tek kadın doğum doktoru o akşam başka bir hasta için hastanede bulunuyormuş. Tam diğer hastanın operasyonu biterken bizimkiler hastaneye ayak basmışlar. Annem alelacele ameliyata alınmış. Korkulan olmamış, annem de ben de sağlıklı bir şekilde ameliyattan çıkmışız. Tabii köyden apar topar gelindiği için ne kundak var ne bez ne de başka bir şey… Hiçbirinin üzerinde para da yok. Ayakkabıları, üstleri başları çamur… İnsanlık var o zamanlar. Hasta bakıcılardan birisi anneanneme bir pijama vermiş. O, bizim başımızda beklerken babam gecenin bir vakti öğretmenle birlikte şehirde yaşayan bizim köylü birisinin kapısını çalmış. O da yeni bebeği olan bir komşusunun kapısını... Ufak tefek ihtiyaçları temin etmişler. Babamla, öğretmene üst baş vermişler. Babamın cebine biraz da para koymuşlar. Bununla da kalmayıp kendi çocuklarını komşuya emanet ederek bizimkilerle birlikte hastaneye gelmişler. Hemşehrimizin eşi annemin başında kalmak istemişse de anneannem: “Sizin de çocuğunuz var. Ben idare ederim.” deyip razı olmamış. Hemşehrimiz, babamları evinde misafir etmek istemiş. O gün babam hastanede, öğretmen de hemşehrimizde kalmış. Ertesi gün öğretmen köye dönmüş, biz bir hafta kadar hastanede kaldıktan sonra taburcu olmuşuz. Sel bizim köye epeyce hasar vermiş. Dere kenarındaki evleri hep su basmış, hayvanlar telef olmuş. Bizim ev biraz yukarıda kaldığından selden etkilenmemiş.

Sonra babaannem…

Onu da böyle bir havada kaybettik. On yıl kadar önce… Yaşlıydı. Üstüne üstlük tansiyonu, şekeri, kalbi vardı. Ama kimseye muhtaç değildi, kendi işini kendi görürdü. Her ölüm erken ölüm demişler; biz de onun ölümünü beklemiyorduk, ani oldu. Sabah babaannemi kapının önünde görenler olmuş, hiçbir şeyi yok. Hatta yoldan geçenlerle şakalaşmış. Bizim kapılarda kilit yoktur. Öğle ezanından az sonra komşulardan birisi kapısını çalmış. Cevap gelmeyince içeri girmiş, seccade yerde serili… Yan tarafta minderlerin üzerine boylu boyunca yatar halde bulmuş onu. Önce uyuyor sanmış, sağını solunu yoklayınca öldüğünü anlamış. Namazı kıldı mı kılmadı mı bilen yok. Telefon geldi. Vefat haberini aldık. Bekletmek iyi olmaz demişler, ikindiye defnedecekler. Hemen yola çıktık. Aynı bugünkü gibi bir taraftan yağmur yağıyor, bir taraftan çor çocuk ağlaşıyoruz. Yolun yarısına gelmiştik ki yolu trafiğe kapatmışlar, daha ileriye geçmemize izin vermiyorlar. Yol çökmüş. Araçları tali yola yönlendiriyorlar. Önümüzde upuzun bir araç kuyruğu… Adım adım ilerliyoruz. Sinirlerim iyice gerildi. İmkân olsa arabadan inip önümüzdeki arabaları tuttuğum gibi sağa sola atarak yolu açacağım. Yetişemeyeceğimizi anlayınca köydekilerle telefonlaşmaya başladık. Sela verilmiş, çevreden toplanmışlar, hazırlık yapılmış, bizi beklemeyecekler. Babaannemi son bir defa görmeyi çok istesem de mümkün olmadı. Biz köye vardığımızda köylü mezarlıktan dönüyordu. Biri “Apar topar gömmüşler.” dedi, sonra duvarda asılı siyah beyaz resme dalıp gitti. Pür dikkat onu dinleyen diğer kadın da başını aynı yöne çevirdi. Resimde kasketli, ince bıyıklı, zayıf bir erkek; başı yaşmaklı, ablak yüzlü bir kadın vardı. Bunlardan birisi ev sahibinin dedesi, diğeri de babaannesiydi. Misafir kadın, başını ev sahibine doğru çevirip:

“Başınız sağ olsun.” dedi. Ev sahibi:

“Dostlar sağ olsun.” derken yaşaran gözlerini sildi. Diğeri iç çekti, perdeler çekili olsa da pencereye doğru başını çevirip baktı, sonra tekrar karşısındaki kadına döndü:

“Ben severim böyle havaları. Bana hiç kasvetli gelmez. Eğer vakit müsaitse elime çayımı, kahvemi alırım, altıma bir sandalye çekip dışarıyı izlerim. Perdeleri bile çekesim gelmez. Bir mevsim olsaydım, sonbahar olmak isterdim. Ne ilkbahar ne yaz ne de kış, benim mevsimim sonbahar. Öğrenciyken çok güzel resim yapardım. Herkes beğenirdi yaptıklarımı. Öğretmenlerimden “Güzel sanatlara git.” diyenler bile vardı. Çok iyi bir gözlemci olduğumu söylerlerdi. Kısmet… Hiç unutmam o yıllarda resim öğretmeni bütün sınıfa sonbahar resmi yaptırdı. İstisnasız herkes yaprakları sarıya boyamıştı. Sadece benim resmimdeki yapraklar sarıdan kırmızıya farklı farklı tonlardaydı. Bütün renkleri kullanmıştım, bu da yetmemiş bazı renkleri karıştırıp onları da kullanmıştım. Hem öğretmen hem de sınıf arkadaşlarım buna çok şaşırdı. Resim önce sınıf panosuna asıldı, ardında da bir sergiye katıldı. Şimdi evimin küçük bahçesindeki ağaçlara bakınca o resmi hatırlıyorum. Yerde renk renk yapraklar görüyorum. Benim için tam bir görsel şölen… Süpürüp atmaya bile kıyamıyorum onları. “Bana en renkli mevsim hangisi?” deseler, “Sonbahar.” derim hem de hiç düşünmeden. Ev sahibi kadının yüzünde acı bir gülümseme belirdi. Ses tonunda hüzün hâkimdi. Kelimeler ağzından tane tane çıkıyordu:

“Böyle bir havada öleceğimi düşünüyorum. Cenazem, tıpkı babaannem gibi apar topar kaldırılacak. Çor çocuk ya yetişecek ya yetişemeyecek. Arkamdan dökülen gözyaşları yağmur tanelerine karışacak. Ertesi gün bir güneş açacak, sanki hiç yağmur yağmamış gibi… Ben hiç yaşamamışım gibi…” Diğeri hafifçe gülümsedi:

“Allah gecinden versin.” Bir süre sessizlik oldu, ikisi de konuşmadı. Zil sesiyle irkildiler. Ev sahibi tedirgin oldu:

“Hayırdır inşallah.” Bir an yerinden kalkamadı, sonra anlamsız bir şekilde konuğunun yüzüne baktı:

“Kim acaba?” Konuk gülümsedi, neşeli bir ses tonuyla:

“Kim olacak hayatım, tabii ki Azrail.” dedi. Bunun üzerine her ikisi de gülmeye başladı. Ortamın ağır havası bir anda dağıldı. Kapı tekrar çalıncaya kadar gülüştüler. Ev sahibi kalkıp kapıyı açmaya gitti. Döndüğünde yüzü asıktı, elinde bir kâğıt vardı. Konuk merakla:

“Kimmiş?” diye sordu.  Ev sahibi elindeki kâğıdı sallayarak:

“Postacı.” dedi. Karşısındaki:

“Beni uğraştırmasın kendi gelsin diye mektup mu yazmış?” dedi gülerek. Ev sahibi, konuğunun karşısındaki koltuğa otururken elindeki evrakı sehpanın üzerine attı:

“Trafik cezası yemişiz. Ne oluyorsa böyle havalarda oluyor.” dedi.

Mehmet Pektaş