HİKÂYELER
HİKÂYELER
avatar
07 Kasım, 2021
726 gösterim

YİRMİ BİR, YİRMİ İKİ, YİRMİ ÜÇ... (Hikâye) / Furkan DİLEKCİ

Dertlerin bir çeper gibi sardığı benliğinin artık mutlu olmaya, umutlu olmaya takati kalmadı. Gece yarılarının ruhuna işlediği ızdırap bunların tamamını esir almış durumda. “Gece” kavramı onun için tamamen farklı bir durumdan ibaret. En büyük sermayesi olduğu kadar, acılar ile bir bir harp ettiği vakittir aynı zamanda. Ceketinde ıslak tütün taşımaya başladığından beri tehlikeli şiir yazar, acılara sataşır. Yıllar boyu sürüp giden bu acı silsilesi onu bir vakit rahat bırakmazdı. Her gece aynı duruma mahkûm olmaktan, mazide kazandığı acıları her gece yeniden yaşamaktan, aşk ile cebelleşmekten, ağlamaktan ve tütün içmekten çok sıkılmıştı.

Gençlik yıllarında karaladığı birkaç dize ile başladı bütün serüven. Devamı şiir oldu, şair dediler. Sonra bir türlü yenemediği, fehmedemediği bu hastalık nüksetti durdu vücudunda. “Şiir yazma hastalığı” tanısı koydu zihni. Tedavisi yoktu, ilacını ise her gece düzenli bir şekilde, beynini ve yüreğini kemiren acılar eşliğinde alıyordu. Kapıdan dışarı çıktığı vakit şair seciyesinde dolaşıyordu. Birkaç şiir kitabı ülkede büyük sükse yaratmasına rağmen yine de dinmedi acıları. “Şair olmak ne baş belası bir işmiş!” diye mırıldandı. Hayal etmek, acı çekmek, yazmak ve en önemlisi bunları sürekli olarak tekrarlamak ne yorucu bir meşakkat diye düşündü. Şiir yazmadığı zaman adeta verem hastalığına yakalanmış bir vücut, ölümcül bir hastalığa yakalanmış beyin yahut yaşamın son sünnetinde biri gibiydi ruhu. Gün boyu yaptığı tek iş tahayyül etmek ve şiir yazmaktı. Edebiyatın beş para etmediği bir ülkede geçimini babasından kalan maaş ile sağlıyordu. Yoksulluk, ilhamını törpüleyen en acı gerçekti. Keşke dedi içinden. Keşke her insan gibi kendisinin de mutlu bir yaşamı olsaydı. Bunu, her şeyden daha çok arzuladığı gerçeği ise yalanlarını örtbas etmeye yetiyordu. Normal bir insan gibi o da uykuya dalmak istiyordu. Lakin gece yarıları başladığı vakit bunu bir türlü beceremiyordu. Uykusuz kalmamak, gece yarıları daha dinç bir zihin ile çalışmak için günün öğle ile akşam arasını uykuya ayırıyordu. Bu yaşantısına binaen Oğuz Atay’ın “Demiryolu Hikâyecileri” öyküsünde altını çizdiği cümlede kendini buldu hep. Tıpkı öyküde yazdığı gibi oluyordu şu ilham denilen şey. “Evet, öğleden sonraları uyuyorduk; ama genellikle akşamüzeri ilham geliyordu ve gecenin geç saatlerine kadar yakamızı bırakmıyordu”. Ve yine gecenin bir yarısı kapısını çalan ilham yakasına yapışmıştı. Üstüne üstlük geceyi bir de efkâr bulutları sarmıştı. Türküler içli ve hüzünlüydü. Yani gece tamamen melankolikti. Ve şiir yazmak artık elzem olmuştu. Beyaz sayfalara akıttığı yüreği bir yakut değerindeydi ama kırılmış, kirlenmiş, paramparça olmuş bir yakut. Şimdi elem şehrinde gezen ilham perileri bir çırpıda yazdırmaya başladı.

“Unutmak istemedim hiç” diye başladı şiire. İlk dizeyi yazarken elleri titredi ama güç bela yazdı. Nokta koyduğu zaman gözlerinden damlayan yaşları koluna sildi, bir tütün yaktı. Derin bir nefes aldı ve uzun uzun düşündü terk edildiği sevdasını. Işıkları kapatıp mum ışığında yazdığı için etrafı saran parafin kokusu onu iyice rahatsız etti. Gözlerini kapattı. Başını iki elinin arasında tüm gücüyle sıkıştırdı. Unutmak istedi, daha net hatırladı. Bir anda eski sevdası ile yaşadığı mutlu günleri hatırladı. Film şeridi gibi gözlerinin önünden geçmesini izledi. İkinci tütünü birincisi ile yaktı. Önündeki beyaz sayfaya kirlenmiş ruhundan bir dize daha ekledi. “Sonuna hüsran şiirleri yazacağım bir sevdanın kalbimde bıraktığı acı burukluğu”. Uzun bir cümleydi, tıpkı aşkı gibi. Sevdasının akıbeti tıpkı yazdığı dizeden mütevellitti. Gözlerini kapattı. Bunu yaparken tırnaklarını etine geçirmek için tüm gücüyle yumruklarını sıktı. Ayağa kalktı, dört duvar arasında biraz volta attı. Yastığın üstünde duran kitabı gördüğü vakit derin bir nefes aldı ve yatağa uzanarak başladı okumaya. Stendhal’ın Kırmızı ve Siyah romanını okurken yüreğine dokunan cümlelerin altını çizdi. Altını çizdiği cümlelerde ağlayacak gibi oldu, ağladı. Bir saate yakın, pür dikkat kitap okudu. Seksen küsur sayfa okuduktan sonra kitabın kapağını kapatıp ayağa kalktı. Pencereyi açıp Julien’nin acılarına bir tütün yaktı. “Kalbe dokunmasını biliyorlar lakin inciterek” cümlesinde takılı kaldığı için bıraktı kitabı. Yoksa akıp gidiyordu sayfalara serpiştirilmiş aşkın acısında. Tekrar masasının başına oturdu ve kaldığı yerden devam etti acı çekmeye. Son yazdığı dizeyi yaklaşık yüz defa okudu. Acı; psikolojik bir rahatsızlık gibi nüksetti beyninde. Sonu yoktu çektiği acıların.

Çok küçük yaşta başladı acı çekmeye ve hâlâ an be an acı çekmekteydi. Ailesini yitirmesi, esirgeme kurumundaki örselenmeler, terk edilişi derken hayat iyice yıpratmıştı onu. Zihni bir anda, kayıp hayatını düşündü. Kaybolmuştu çünkü hayat denen mücadelede. Sırf bu yüzden acılar ile cebelleşmeye çok küçük yaşlarda başladı. Önündeki beyaz sayfaya baktı. Biraz düşününce yazmaya karar verdi zihni yirmi üç yıllık acı serüvenini. “Çocuktum yahut yeni bitme bir fidan, gülün tomurcuk hali, belki de kundaktaki bebek”. Yine çektiği acılar kadar uzun bir dize olmuştu. Lakin bu dizenin altına milyon acı sığdırdığı için ayrıca bahtiyar oldu. Tabutunun çivileriydi birbiri ardına yaktığı tütün. Lakin uslanmadı, bir tütün daha yaktı. Derin bir çekişin ardından başı dünya gibi dönüyordu. Gözlerini kapattı ve sessizliği dinledi. Gözlerini, kalbinin sesini duyduğu vakit açtı. İnce bir noktadan içeriye sızan ay ışığı gözünü yanılttı. Ayın on dördünü izlemek için ayağa kalktı ve balkona geçti. Başını gökyüzüne kaldırdı ve saatlerce izledi dolunaydan yansıyan acılarını. Zaman; hep kendisinden çaldığı iyi günler ile geçip gidiyordu. Bir tütün de yitip giden zamana yaktı.

Gecenin bitmesine ramak kaldığı vakitlerde tekrar içeri girdi. Komidinin üstünde duran eskimiş, üstü toz tutmuş pikaba bir plak takıp dertlenmeyi vazife bildi gecenin bir yarısı. Masasının başına oturup kaldığı yerden devam etti şiirini yazmaya. Aşkını, ayrılığını, yoksulluğunu, derdini dize dize dillendirecekti. Şafak sökmeye başladığı vakitlerde daha birkaç dize yazdığını fark etti. Gecenin bir yarısı benliğine tebelleş olan acıları bir nebze de olsa dindirmişti yazdığı iki üç dize. Kulağı bir anda arkasında çalan pikaba takıldı. Gözleri dolarak acı bir ses tonuyla eşlik etti şarkıya.

Bu kaçıncı tütün yakışıydı kendi dahi bilmiyordu ama bir tütün daha yaktı bu şarkıya. Parçanın en can alıcı yerinde ister istemez gözleri doldu. Titreyen elleri ile kalemi tutmaya çalıştı lakin beceremedi. Titreyen ellerine küfürler etti. Çektiği acıların tarifi yoktu. Hiçbir lügat bu acıları tarif edecek bir kelime ihtiva etmiyordu. Güç bela da olsa kalemi tuttu. Bir acı ki takat bırakmıyor insanda. Yeniden yazmak için niyetlendi. “Pastel boyalarla çizilmiş bir resim, uzak kıta, kayıp yüz, sırça kırıkları gibi mi sanki” dedi yüreği. Derin bir nefes aldı ve son yazdığı dizeyi tekrar tekrar okudu. Değil billahi. Yazdıklarının hiçbiri ne çektiği acıya denk düşebilirdi ne de tarif edebilirdi. Saatine baktığında namaza az bir vakit kaldığını anladı. İçinden ona kadar sayarken her nedense aklına ölüm geldi. Durdu, “Her can ölümü tadacaktır.” ayetini anımsadı, devam etti saymaya. Yirmi bir, yirmi iki, yirmi üç...

Yaşına geldiği vakit bıraktı saymayı. Abdest almak için niyet etmeden önce Ankebût suresini okumaya başladı. Yarım kalan şiiri, galip gelemediği uykusuzluk ve çektiği acıdan ötürü yara bere olan kalbi ile sabah namazını eda edecekti. Yarım kalmalı diye düşündü. Zaten ilham perileri sabah sökmeye başlayınca çekip gidiyordu. Son dizeyi ise gecenin başlangıcında esir olduğu duygu yazdırdı. Kalemi eline aldı ve acıların içinden seçtiği kelimeler ile “efkâr, bildiğim en iyi şey şu vakit” yazdı. Acı acı, hüzünlü, ağlayarak kalktı şiirin başından. Bir tütün iliştirdi dudaklarına, yarım kalan şiiri için. Bir şairin gece yarıları hep mi melankolik olur diye hayıflandı. Bu gece de uyku ile kanlı bıçaklıydı. Pikap çoktan bitmişti ama kendisi yeni fark ediyordu. Kalktı, dört duvar arasında biraz volta attı, abdest aldı, namazı kıldı, balkona çıkıp güneşin doğuşunu izledi, kuşların cıvıltılarına kulak verdi, horozu işitti, karşı komşu Azize teyzeye selam verdi, biricik zeytin attı, üzerine bir tütün daha yaktı, yatağa uzandı ve binlerce kez birden yirmi üçe kadar saydı. Şiiri yarım kaldığı için, her şeyden öte ailesi olmadığı için, yarın gece aynı duygulara esir olacağı için mutsuzdu. Hep böyle olmuştu, yine böyle olacaktı. Zaten mutluluk ve mutsuzluk arasındaki ârafta ömür çürütmek onun baba mesleğiydi. Gözlerini kapattı ve başladı bir, iki üç, dört...

Furkan DİLEKCİ